5 Kasım 2013 Salı

Sakatlık Amerikan Futboluna Dahildir: Bears 27 Packers 20

Chicago Bears tüm tahminleri boşa çıkarttı ve 6 maçtır yenemediği ezeli ve ebedi rakibi Green Bay Packers'ı, hem de deplasmanda olmak suretiyle 27-20 yendi.

Galibiyetin en önemli sebebi NFL'in en iyi QB'lerinden Aaron Rodgers'ın daha hemen maçın başında beğenmediğimiz DE Shea McClellin tarafında sack edilirken sakatlanması ve oyundan çıkmasıydı. E ne yapalım, Amerikan futbolunda sakatlık da oyuna dahildir. Biz de (yani Ayılar) daha 2 sene önce lisede yardımcı koçluk yapan Josh McCown'u sakat Jay Cutler'ın yerine oynatmıyor muyuz (sakatlık üstüne kibirli konuşmayı sevmem, Rodgers muhtemelen dünyalığını çıkarttığı için bu kadar rahatım)?

Deplasman tribününde peynir kafa Packer'lara karşı rendeli Ayılar (Bizde olsa kan çıkar)

Haklarını yemeyelim, Green Bay Packers da en az Bears kadar sakatlıklardan muzdarip. QB Jay Cutler'a karşılık Aaron Rodgers, LB Lance Briggs'e karşılık Clay Matthews etkileri açısından eşdeğer sakatlıklar. Packers'daki farklılık ise hücumda TE Jermichael Finley ile WR Randall Cobb'un sakatlıkları. Buna karşılık Bears Cutler dışında hücumda tam kadro sahadaydı.

Rodgers çıkıp, yerine paslanmış Seneca Wallace girince Packers hücumunun doğası ister istemez bozuldu. Şöyle ki, bu maçtan önce Packers toplamda 228 pasa karşılık 178 koşu oyunu yapmışken, bu maçta 21 pas, 29 da koşu oyunu yaptı. Onların şansına çaylak RB Eddie Lacy çok iyi. Lacy 150 yarda ve 1 TD ile hücumu yürüttü; hatta diğeri RB James Starks'dan olmak üzere Packers'ın 2 TD'ı da koşu oyunlarından geldi.

Ama havada Packers 21 pastan 113 yarda çıkarabilirken, Bears 41 pasta 271 yarda üretti. Josh McCown 272 yarda pas ve 2 TD ile görevini ziyadesiyle yerine getirdi.
Maçın kader anı olan sack

Yedek QB'nin bir farkı da "3rd down conversion"da görüldü. Packers maçtan önce toplam 88 denemeden 44'ünde başarılı olarak .500 ile Denver Broncos'un ardından NFL ikincisiydi ama bu maçtaki 9 denemenin sadece 'inde başarılı oldu. Bu da hücumları durduran önemli bir faktördü.

Beğenmediğimiz Bears defans hattı McClellin ile 3, Peppers ile Wootton ile birer sack yaparak parladılar. Üstüne 4 QB hit ve Peppers'ın INT'ını da katınca iyi bir maç çıkarttı demek gerek. İlerisi için umutlanmak lazım mı, emin değilim. Belki Cowboys'dan yeni transfer Jay Ratliff eklenince...

Böylece NFC North'da Packers, Bears ve Detroit Lions tepede 5-3 ile eşitlendiler. Ortalık karışık....

28 Ekim 2013 Pazartesi

Chicago Bears 2013 İlk Yarı Raporu

Chicago Bears NFL sezonunun 8. haftasını dinlenerek, yani "bye" geçirdi. 8. hafta, 17 haftalık sezonun yaklaşık yarısına tekabül ettiği için bir ilk yarı raporunun zamanı gelmişti.

Haftanın maçsız geçmesi bendeniz için oturup sakin kafayla düşünmek açısından yardımcı oldu. Aynı zamanda Bears için de tam zamanıydı, zira takımın iki yıldızı QB Jay Cutler ve LB Lance Briggs sakatlık geçirerek Washington Redskins maçını tamamlayamadılar. Hiç sakatlık olmaması daha iyidir elbette, ama sakatlıklar NFL takımlarının kaderiyse, en azından 4-6 hafta arasındaki iyileşme sürelerinin ilk haftasının maç yapmadan geçmesi de tesellimiz oldu.
Anahtar sakatlar: Lance Briggs ve Jay Cutler

Sıcak sıcak bunları belirttikten sonra sezonun tamamına bakmaya başlayabiliriz. İlk 7 maç sonunda Bears galibiyet-mağlubiyet olarak 4-3 ile grubunda 3. durumda (zaten 4 takım var). Bears aslında ilk 3 maçı kazanarak iyi başlangıç yapsa da, sonrasında takım duraklamaya geçti. Bunda sakatlıklar kadar, ilk 3 maçtaki rakiplerin görece güçsüz olması da önemli bir etken. Bu aşamada ilk 7 maçtaki sonuçlara ve rakiplerin şu anki W-L durumlarına bakalım:

Cincinnati 24-21 (6-2) (Yendiğimiz tek iyi takım)
Minnesota 31-30 (1-6)
Pittsburgh 40-23 (2-5)
Detroit 32-40 (5-3)
New Orleans 18-26 (6-1)
New York Giants 27-21 (2-6)
Washington 41-45 (2-5)

Grupta 4. sıradaki Vikings kötü durumda. Ancak Green Bay Packers ile Detroit Lions fırtına gibi gidiyorlar ve NFC North'da 5-2 ve 5-3 ile ilk iki sıradalar. Bears ilk ciddi testinde Lions'a 32-40 yenildi, Green Bay ile bu hafta ilk defa oynayacak. Yazının sonuç cümlesini önceden söyleyelim: Playoff şansı bu sezon bir hayli zor gözüküyor. Ama bunun için ağlayacak değiliz, eldeki iyileri koruyup kötüleri düzelterek şans arayacağız.

Koç Değişikliği ve Hücum

Önce iyiye bakalım. Yukarıdaki skorlar bize kolej futbolu maçlarını hatırlatıyor. Bears gibi her zaman defansının iyi olmasıyla övünen bir takım için bu şaşırtıcı. 7 maç sonunda maç başına 30.4 sayı ile ikinci durumdayız. Ancak yenen 29.4 sayıyla da 29. durumdayız. Lafı uzatmayalım, çünkü o kısma kötüyü anlatırken geleceğiz.

Hücumda bu sezon çok değişiklik oldu, ama en önemli değişiklik yılların başkoçu Lovie Smith'in kovulması ve yerine sürpriz bir kararla Kanada Futbol Ligi şampiyonu Montreal Alouettes'in koçu Marc Trestman'ın gelmesi. Smith kolej seviyesinde eski bir LB ve safety, akabinde de defans tabanlı bir koç. Trestman ise kolej seviyesinde eski bir QB ve hücum tabanlı bir koç.
Matematikçi misin mübarek?

Trestman uzun süre kolej ve NFL seviyesinde koçluklar yaptıktan sonra 2007'de Montreal'a başkoç olarak transfer oldu. Bilmeyenler için Kanada futbolu CFL'i biraz anlatayım, zira NFL ile benzeşse de aralarında önemli farklılıklar var. Hücumda 10 yarda ilerlemek için sadece 3 down olsa da, saha daha geniş. Ayrıca oyun başlarken hücum hattı ile savunma hattı arasında 1 yard fark var ve QB dışında tüm arka oyuncuları snap öncesi hareket edebiliyorlar. Üstelik sadece yana değil, ileri geri de hareket edebiliyorlar. Tüm bu farklar CFL'i daha hücum tabanlı bir lig haline getiriyor. Üstelik sadece 3 down olduğu için koşu oyunu geri plana itiliyor ve pas ile büyük yarda almak daha önemli hale geliyor.

Dolayısıyla Trestman gibi hücum tabanlı bir koç CFL için normal kabul edilirken, oradan birden Bears'a gelmesi başta soru işaretleri ile karşılanmıştı. Bence şu ana kadar gerek duruşu, gerekse hücum takımın performansı ile Trestman başarılı gözüküyor.

Hücumun başarısında Trestman kadar başka değişiklikler de etken. Takımın yıllardır müzmin sorunu olan hücum hattı yeni transfer edilen tecrübeli LT Jermon Bushrod (böylece J'Marcus Webb'den de kurtulduk) ve draftla elde edilen, sürpriz bir şekilde paketten çıktığı gibi başarılı olan guard'lar Kyle Long ve Jordan Mills ile acayip güçlendi. Yeni hücum hattı şu ana kadar izin verdiği 11 sack ile ligde 2. sırada.
75 Kyle Long, 67 Jordan Mills

Hücum hattının güçlenmesi elbette QB Cutler'a da yaradı ve sakatlandığı maça kadar iyi maçlar çıkarttı. 91.7 QB rating ile mütevazi bir 12.lik'de duruyor gözükse de, Cutler esas gücünü 4. periyotlarda gösterdi. Aşağıda maçları tekrar son devre performansları açısından özetleyelim:

Cincinnati 24-21(Devre arasında 10-21)
Minnesota 31-30 (10 saniye kala 24-30 ve Cutler TD)
Pittsburgh 40-23 (3. çeyrek sonu 27-20)
Detroit 32-40 (3. çeyrek sonu 16-37)
New Orleans 18-26 (Devre arasında 7-20)
New York Giants 27-21
Washington 41-45 (Son çeyrek 17-14, ama bu sefer QB McCown)

Görüldüğü gibi hemen her maçın sonlarına doğru takımı hızla ilerletmiş Cutler. Bu açıdan çok stresli anlarda başrolde olmasına rağmen sadece 7 INT atması da başarı kabul edilebilir.

Washington maçında sakatlandıktan sonra yerine giren Josh McCown da yarım devre boyunca hiç eksikliğini hissettirmedi. Cutler'ın dönüşü için 4-6 maç arası öngörülüyor. McCown'un iyi performansı şimdilik camiayı nisbeten sakin tutuyor.

Uzun süredir, biraz da Mike Martz yüzünden sadece bloklama işlevi gören TE pozisyonu da Martellus Benneth'in gelmesiyle hücum olarak canlandı. Şu ana kadar da kritik 4 TD ve pas dağıtımına alternatif olmasıyla takıma katkı sağladı.
Bennett, Cincinnati maçında TD pasını yakalarken
WR Brandon Marshall zaten çok iyi, ama bu pozisyonda esas sürpriz Alshon Jeffery oldu. Geçen sezon draft edilen Jeffery bu sezon Marshall ile beraber WR pozisyonunu sırtlandığı gibi, hemen her maç yaptığı end-around koşularla da farklı bir boyuttan takıma katkı sağlıyor.

Nazar değmesin, RB Matt Forte de bu sezon daha aktif bir rol alıyor. Maç başına 79.1 yarda koşu ile ligde 9. sıradayken, toplam 795 all-purpose yards ile 7. sırada.

Kötü Defans

Brian Urlacher'ın ve Lovie Smith'in ayrılışlarıyla beraber defansta geriye gidileceği umulsa da, bu kadar büyük düşüşü de kimse beklememişti. İş o raddeye geldi ki, eskiden sık sık "bozuk hücumu ancak savunma düzeltir" denirken, artık "bozuk savunmayı ancak hücum düzeltir" noktasına gelindi.

En büyük hayal kırıklığı savunma hattında yaşanıyor. Bears sadece 9 sack ile ligde sonuncu sırada ve hat sadece 2.5 sack ile katkı yapabildi. Gerçi Henry Melton ile Nate Collins'in sakatlıkları da etken ama yıldız DE Julius Peppers sezona inanılmaz formsuz başladı ve formsuzluğu halen devam ediyor. 2012'de ilk turda draft edilen Shea McClellin de "sophomore slump" ile boğuşuyor. Diğer yandan Brian Urlacher McClellin'in LB pozisyonunda daha verimli olabileceğini söylüyor.
Peppers'ın bu pozisyonda görmek istiyoruz

Defansın arkası ve özellikle CB Charles Tillman sezona iyi başladı. Ancak Tillman'ın müzmin sakatlığı kendisini komple inaktif etmese de, doğru dürüst antrenman yapmasını ve maçlarda tam oynamasını engelliyor. Bu da iyi WR'lerin defansta verdiği zararı arttırıyor.

Linebacker pozisyonu zaten Urlacher'ın yokluğunda sarsılacaktı, ama önce D.J.Williams'ın sezon bitiren sakatlığı ve en son takımın en tecrübelisi Lance Briggs'in sakatlıkları ile iyice kötü duruma düştü. Netice itibariyle işler MLB pozisyonunda oynayacak draft'ın 2. turunda seçilen çaylak Jon Bostic'e kaldı. Brian Urlacher'ın da zamanında Barry Minter'ın sakatlanması ile şans bulduğunu hatırlıyor ve aynısını Bostic için de diliyoruz.
LB Jon Bostic

Bu sakatlıklar şanssızlık sayılmasın, çünkü her NFL takımı sakatlıklarla uğraşıyor ve yaşlanan Bears defansının da sakatlıklarla karşılaşması doğal. Sorun alternatiflerin iyi olmaması. Gelecek rakip Green Bay Packers ve sakatlıklar için transfer, takas yerine uygulanacak yöntem ise "Next Man Up"

23 Ekim 2013 Çarşamba

World Series Bu Gece Başlıyor!! Bastır Red Sox!!!




Bizim blogda beyzbol yazılarını @alparsla yazar. Ben uzak dururum çünkü izlemeye geç başladım, hala öğreniyorum. Beyzbol bizim memlekette oynanmaz. Seyreden on kişinin dokuzu da çok sıkıcı bir spor olduğunu söyler. Evet çok durağandır ama gerilim doludur. Heyecandan ekrana bakamadığım anlar nadir değildir. Her spor gibi, kuralları bilinip, biraz takip edince zevkine varmak mümkün. Bu konuda @alparsla'nın aha bu yazısını tavsiye ederim. Zaten bu sporla daha yakından ilgilenmeye başlamam da Savaş'ın yüzündendir. Blog Müdürü olarak kendisi, Amerika'da bir kült haline gelen "Acıların Takımı" Chicago Cubs taraftarıdır. 

Savaş'ın Cubs kaynaklı kederini paylaştıkça benim de beyzbola iyice kanım ısındı. Fakat gönlüm onun takımına düşmedi. Boston şehrinin gıdıkladığı elitist tarafımdan mı, yoksa Patriots taraftarlığımdan gelen bir sempatiyle mi bilmem, Boston Red Sox'a kaptırdım kalbimi. Nick Hornby gibi bir "bir anda, açıklanamaz ve karşı konulmaz şekilde" aşık olmadım, sevgim yavaş yavaş büyüdü. Bu yüzden, 80 küsur yıl sonra ilk kez şampiyon olduğumuz 2004 sezonunu hayal meyal hatırlıyorum. O sene ALCS'de (yani American League Championship Series, bir nevi yarı final serisi) azılı rakibimiz NY Yankees'i 3-0 gerideyken arka arkaya dört maçı alarak finale çıkışımızı duymuş, sevinmiştim. Ama itiraf edeyim önemini çok kavramamıştım. Sonradan o son dört maçı çok okudum, hikayesini seyrettim (4 Days in October). Bugünden baktığımızda, 2004 ALCS öyle önemlidir ki, finalde (yani World Series'de) St. Louis Cardinals'i 4-0 yenip "Dünya Şampiyonu" oluşumuz pek konuşulmaz bile. Halbuki takım 1918'den beri şampiyon olamıyordu ve tüm Boston (veya lakabınca "Red Sox Nation") bu zaferle delirmiş, günlerce kutlamıştı.


Bir walk-off HR sonrası, Dustin Pedroia Başgan (sakallı kel) genç tutucumuz Jarrod Saltalamacchia'yı kovalıyor
Özlenen ruh budur!!

Bizim Kırmızı Çoraplar 2007'de tekrar şampiyon oldu. Finalde Colorado Rockies'i süpürdük fakat 86 yıl sonra kazanılan ilk kupa kadar ses getirmedi elbette. Üstelik 4 yılda iki kez şampiyon olunca "milletçe" bir tarafımız kalktı, her sene şampiyon olacağız havasına girdik. Sonraki iki sezonda da playoff'a kalmayı başardık ama her defasında L.A. Angels'a elendik. Los Angeles'in profesyonel spor takımlarına olan nefretim, böylece Angels'ı da içine katmış oldu (sadece Wayne Gretzky'nin oynadığı dönem NHL takımı LA Kings'e biraz sempati duymuştum).

Boston Kalesi, MLB'nin en eski stadyumu, Fenway Park!! 
2011 sezonu fena geçmemişti. Eylül ayına 7 maç farkla lider girmiştik. Playoff neredeyse garantiydi. Ama anlaşılmaz bir çöküş ile 27 maçın 20'sini kaybederek playoff dışı kaldık. Son maçı kaybettiğimiz gecenin sabahında haberi web'den okurken yüreğim acıdı. Beyzbol sezonu 162 maç olduğundan yenilmek normal bir şeydir. Ama ne zaman maç skoruna insanın içi böyle cız ederse, o takımın taraftarı olmuş demektir. Demek ki azılı bir Red Sox taraftarına dönüşmem 3 yıllık bir olay. Sonradan, takımda bir başıbozukluk olduğu, menecer Terry Francona'nın ipleri elinden kaçırdığı yazıldı çizildi. En büyük skandal da maç günü soyunma odasında bira ve kızarmış piliç partileri yapan atıcılar hikayesiydi. Bu karışıklıklar sonucu, 86 yıllık bekleyişten sonra takımı iki kez şampiyon yapan "Imperatore" Francona takımdan ayrıdı. Ama sorun çözülmedi. 2012 sezonu, bir çok süperstar transferine karşın büyük bir başarısızlıkla geçti. Yeni menecer Bobby Valentine'in yüksek egosu ve abul sabuk yönetim biçimi oyuncuları demotive etti. Pitching tarafında da sakatlık ve formsuzluklardan dolayı takım dökülmeye başladı. Bu gibi durumlarda takım yönetimleri "yeniden yapılanma" kartını oynarlar bazen. Bizim genel müdür Ben Cherington süper bir takasla en pahalı üç topçuyu zenginler kulübü LA Dodgers'a kaskalladı ve toplam 250 milyon dolarlık bir maaş yükünden kurtuldu. Seneyi 69 galibiyetle grup sonuncusu bitirdik. 

Aslında bu sene "rebuilding" olacaktı. Yeni menecer olarak 3 sene takımın "pitching coach"u olan John Farrell seçildi. Atış uzmanlarının baş coach olması çok alışıldık bir şey değil MLB'de ama Farell Toronto'da menecerlik görevini başarıyla yürütmüştü. Yeni transferlere karar verilirken, oyuncuların "prima donna" olmamalarına, sporu sevmelerine dikkat edildi. Yani "karakterli" oyunculara yöneldik. İyi oyunculara güzel paralar verildi, verilmedi değil ama kontratlar kısa tutuldu. Böylece adamlar elimizde patlarsa onlardan kurtulmak daha kolay olacaktı. Tecrübeli tutucu David Ross, dış sahacı Jonny Gomes ve Shane Victorino, shortstop Stephen Drew ve kalçası sorunlu yıldız Mike Napoli takıma katıldılar. Bunlarla beraber atıcı tarafa da closer olarak Joel Hanrahan ve 37 yaşındaki Japon Koji Uehara transfer edildi (sezon açıldıktan sonra rotasyona Jake Peavy de katıldı). Takımın ağır abileri Dustin Pedroia ve iki şampiyonlukta da takımda yer alan "Big Papi" David Ortiz takımın direği olarak devam ettiler. 

Big Papi ALCS'de Grand Slam vuruşunu yapıyor (bkz. alt resim)
Torii Hunter kafasını yarıyor ama topu tutamıyor.
 Tarafsız polis abi nasıl? :-)


2013'de amaç, takımın uyumunu tekrar yakalaması ve mümkünse playoff'a kalmaktı. Ancak daha sezon başından itibaren hem Farell oyuncularla iyi anlaştı hem de takım içi ahenk üst düzeye çıktı. Gruptaki en büyük rakip, şeytan imparatorluğu Yankees de felaket bir sezon geçirince Red Sox'umuz yürüyedurdu. Sezonu Amerikan Ligi'nin en iyi galibiyet yüzdesi ve koşu averajıyla tamamladık. Sezonun keşfi ise japon atıcı Koji Uehara oldu. Uehara, Hanrahan ve Andrew Bailey'in sakatlıkları nedeniyle mecburen "closer" oynamaya başladı ama ne oynamak... Eylül ayında karşısına çıkan 37 vurucuyu arka arkaya oyun dışı bırakmıştı. Sezonu 0.57 WHIP (inning başına verdiği vuruş ve walk sayısı) ile tamamladı. Yani maçın en stresli zamanı olan son ininglerde attığı toplara kimseler vuramıyordu.





Delirt bizi Koji!!!
Playoff'un ilk turunda Tampa Bay'i 3-1 ile geçip yarı finalde Detroit Tigers'la eşleştik. Tigers muhteşem bir atıcı rotasyonuna sahip bir takım. Max Scherzer, Justin Verlander, Anibal Sanchez ve Doug Fister dörtlüsü her takımın başını döndürecek oyuncular. Ancak bullpen tarafında (yedek atıcılar) eksikleri vardı ve onları tam da buradan vurduk. İlk maçı Fenway Park'ta (bir nevi Ali Sami Yen) kaybetmemize rağmen seriyi 4-2 kazanarak World Series'e çıkmış olduk. 

Finalde rakibimiz St. Louis Cardinals. Beyzbolu deli gibi seven bir kentin takımı. Cards aynı zamanda MLB'nin en akıllıca yönetilen organizasyonu olarak gösteriliyor. Müthiş bir altyapı sistemi var. Oradan çıkardığı gençleri büyük lige son derece iyi hazırlıyor. 2 yıl önce World Series'de şampiyon olduktan sonra, tarihin en iyi oyuncularından Albert Pujols'u yönetim takımdan gönderdi. Herkes Cards'a deli muamelesi yaptı ama takımın genel müdürü John Mozeliak'ın umurunda olmadı. St. Louis bu sene National League'in (NL) en iyi takımı oldu. Pujols yoksa gençler var. 2013 NLCS (diğer yarı final diyelim buna da) serisinin MVP'si seçilen atıcı Michael Wacha daha 22 yaşında ama Dodgers'i iki kez yenmeyi başardı. Onun dışında da 22-25 yaş arası son derece sağlam gençlerden oluşan bir kadrosu var. Vurucuları -aynı bizimkiler gibi- hiç vazgeçmiyor ve son inninglerde sayı buluyorlar. Üstüne, belki de MLB'nin en iyi oyuncusu Carlos Beltran gibi bir süperstar var. Porto Rikolu Beltran hiç dünya şampiyonu olmamasına karşın playoffarın en iyi oyuncularından biri. Red Sox en iyi kale çalan takım olmasına karşın karşısında Yadier Molina gibi müthiş bir tutucu var. Yani işimiz çok zor...

Carlos Beltran 

Okuduğum yorumcular ve Boston yazarları Red Sox'u çok küçük bir farkla favori gösteriyorlar. 7 maç üstünden oynanacak World Series'de saha avantajı bizde. Seri 2-3-2 formatıyla oynanacak ve her iki takım da kendi sahasında çok üstün. Red Sox, bullpen kalitesiyle bir adım önde ve Uehara gibi bir "son penaltıcı"ya sahip olmamız avantaj olarak gösteriliyor (atıcıyı penaltıcıya benzetmek doğru değil çünkü atıcı bir savunma oyuncusudur, lakin güzel oturdu silmedim). Cards'ın ise inatçı vurucuları, Yadier Molina'nın vücudunda ligin en iyi tutucusu ve Beltran faktörü var. İlk maç bu gece Boston'da. Maalesef Türk TVleri vermiyor. Çok deliren 3.99 dolara her maçı MLB sitesinden satın alabilir. O deli ben olabilirim...

Beyzbolda da kuşlar...

3 Eylül 2013 Salı

Turların Çekişme Tablosu

Bugün canım çalışmak istemeyince, 1-2 saat kaytarıp 2007'den itibaren 3 büyük bisiklet turunun çekişme düzeyini araştırdım ve aşağıdaki tabloyu çıkardım:




Neden 2007'den başladın derseniz, Fransa Turu'nda 2006 öncesi yok sayılıyor. Floyd Landis'in dopingle kazandığı acayip 2006 turunu da insiyatif kullanıp ben yok saydım.

Dopinge karışmış isimlerin yanına "*" koydum, ama kaldırmadım. Çünkü amacım çekişme analizi çıkarmak: Genel klasman lideri yarışın gidişatını çok etkilediğinden, herhangi bir tur sonucundan onu çıkarınca yapay olarak heyecanlıymış gibi durabiliyor, ama bu aslında ekrana yansımamış oluyor.

Heyecan yerine çekişme kelimesini bilerek kullandım. Bir 3. lig karşılaşması da çok çekişmeli olabilir ama daha az çekişmeli bir 1. lig karşılaşması (bu sonradan icat edilen premier, süper gibi laflara da kılım!) düzey yüksekliği sebebiyle daha heyecanlı olabilir.

Kriterlerim birinci ve ikinci arasındaki zaman farkı ile, genel klasman mayosunun etaplara göre el değiştirme durumu. Zaten tabloda da bunlar bulunuyor.

Sonuç olarak şu günlerde izlediğimiz Vuelta 2008'den beri düzenli olarak çok çekişmeli geçiyor. Bu sezon hem Fransa bisiklet turu hem de Giro farklı biterken Vuelta'nın halen gayet çekişmeli geçmesi de bu yazının esin kaynağı zaten.

23 Ağustos 2013 Cuma

La Vuelta...Alçakgönüllü Münzevi



Vuelta yazısına oturduğuma göre yaz sonu yaklaştı demektir. Gölgeler uzamaya, günler kısalmaya başladı. Bu yaz mevsiminden hiçbir şey anlamadım. Haziran'ı zaten yazdan saymıyorum; bütçeyi tutturduk mı, bebeler sınıfı geçecek mi diye heba olan bir ay. Temmuz'u da Fransa Turu'na kurban verdik. Ağustos'ta da iptal edilen tatil planı yüzünden İstanbul'a takılı (tıkılı) kaldık. Ama Eylül'den umut kesilmez, bir şeyler olur illa ki. Olumlu düşünecek, pozitif olacaksın. Sonbaharın hüznüne kapılmamaya Vuelta yardım edecek. 

1995'e kadar takvim yılının ilk Büyük Tur'u olan Vuelta, o sene Eylül ayına atıldığından beri "multi purpose" bir tur haline geldi. Genç ve istidatlı etap yarışçılarının büyük sahneye ilk çıkışları, Dünya Şampiyonası'na hazırlanan pedalların form tutma yeri, doping cezası veya sakatlıktan dönen şöhretlerin, çok dikkat çekmeden kendilerini tartacakları bir platform özelliği sunuyor. Bu sene, Fransa Turu'nda hüsran olanlardan bazıları da karizmayı toparlamak için katılıyorlar. Eylül ayının hüznü ve Endülüs bozkırlarını da ekleyince, Vuelta 'ya kahvede pişpirikle gününü geçiren bir tekaüt muamelesi yapılıyor ama asla! Son 2-3 yıldır mükemmel mücadelelerin olduğu, şanlı şerefli bir yarış. 






Parkura Şöyle Bir Bakalım



Büyük Turlar'ın bu alçakgönüllü münzevisi bu sene 68. kez koşulacak. La Vuelta ülkenin kuzeybatısındaki Galiçya bölgesinde beş etapla başlayacak. Tour de France'ın sahibi A.S.O., Unipublic'e %50 ortak olduğundan beri, Vuelta'da bazı değişiklikler başladı. Biraz daha pazarlamaya, halkla ilişkilere dikkat ediliyor gibi. Hatta A.S.O., TdF'da yapmayı düşündüğü bazı değişiklikleri önce İspanya'da deniyor sanki. Geçen sene, Vuelta gece yapılan TTT ile başlamıştı hatırlarsanız. Bu sene de Fransa Turu gece (hadi peki "akşam" diyelim) koşulan Paris etabıyla bitti. TdF'ın "Grand Départ" diye adlandırdığı, yarışın seçilen bir bölgedeki 3 etapla başlaması alışkanlığı da bu sene Vuelta'ya ihraç edilmiş. Galiçya, Atlantik kıyıları daha zengin, iç kısımları ise tarıma dayalı bir ekonomi sonucu az gelişmiş, 2.8 milyonluk nüfusa sahip bir bölge. İspanya'nın yaşamakta olduğu derin ekonomik krizden etkilendiği için son zamanlarda pek keyfi yoktu, başkent Santiago de Compostela'daki hızlı tren kazasından sonra tam karalar bağladılar. Beş etaplık bisiklet bayramının bölgenin havasını biraz değiştirmesini umalım. 


Galiçya etapları

İspanya Bisiklet Turu'nda etaplar genelde daha kısa tutuluyor. Buna istisna ilk etaptaki takım saate karşı olacak. Son yıllarda, TTT'lerin daha kısa olmasına alışığız ama toplamda yalnızca iki TT olduğu için ses etmeyin (diğeri 11. Etap'taki 38 km'lik ITT). Takımlar Arousa Halici'nde bir tekneden start alacaklar (TDF/Porto Vecchio takım tanıtımı/podyuma tekneyle gelen sporcular. Çok yaratıcıyız valla!!!). İkinci etapta yarışın ilk zirve finişine tanık olacağız. 10 km ve %6.2 ortalamalı Alto de Monte da Groba in Baiona. Yokuşu çıkana kadar ancak okuruz! İlk 2 günde iki ayrı Kırmızı Mayo göreceğimiz kesin. Galiçya'daki 3. etap da yokuşla bitecek. tam bir sprint etabı gibi gözükmesine karşın sonuna bir Kat. 3 takmışlar. Zaten Vuelta '13, zirve finişi açısından bir rekor kıracak gibi gözüküyor. Toplamda onbir etap yokuşun tepesinde sonlanacak. Sprinterleri kaçıran da bu. 

Dördüncü etap dünyanın sonuna gidiyor! Harbiden... 186 km'lik inişli çıkışlı etap, kısa bir yokuş sonunda Finisterra "Etap Fin del Mundo"da huzura erecek. Bu gerzek Avrupalılar, anakaranın batıdaki her uç noktasına "finis terrae" (yeryüzünün sonu) adını veriyorlar. Fransa'da Finistere var, İngiltere'de Land's End var (hoş İngilizler "Avrupalı" denmesine bozulurlar ama biz işimize bakalım). Halbuki Avrupa'nın en batı noktası Portekiz'de (Cabo da Roca). Kolomb'un Hindistan'ı bulma saçmalığı kadar olmasa da idare eder bence... Bu AB'ye mi gireceğiz yani?? 


Dünyanın sonuna varıp hala bir sprint finiş görmemişsek, 5. Etap'ta muradımıza erebiliriz. Galiçya'dan ayrılıp Zamora bölgesine geçiyoruz. 168 km'lik etapta iki tane Kat 3. yokuş da var. Bir sonraki etap da Extremadura bölgesinin incisi Caceres'de sprintle bitecek. Ertesi gün ise Endülüs'te raks var. 194 km'lik parkur Sevilla'dan geçip Mairena de Aljarefe'de sprintle nihayet bulacak. Arka arkaya 3 etapla sprinterleri sakinleştiren Unipublic, sekizinci etabın sonuna koyduğu duvarla ortalığı bayram yerine çevirecek. 14.5 km'lik Penas Blancas* yokuşu (google "Beyaz Cezalar" diyor Türkçesi'ne?!) 970 mt irtifa kazanıyor. Genel klasmancıların gerçekten itişmeye başlayacakları yer burası. 9. Etap Valdepenas de Jaen'in %30'luk kısa rampasında son buluyor. Ciddi zaman kayıpları olabilir. Dinlenme gününden önceki son etap ise oldukça sert. Önce Kat.1 "Monachil" (8.5km-%7.7), sonra da "Especial" (HC gibi) sınıfında bulunan Alto de Hazallanas (15.5km-%5.5). % 5.5 dediğine kanmayın, son yedi kilometrenin ortalama eğimi %9.2... Muy especial!! 

10. Etap'tan sonra ilk dinlenme günü geliyor. Kafile uçakla Endülüs'den Aragon bölgesine geçecek. Lojistik kolaylığı da göz önüne alarak Tarazona'da yarışın tek ITTsi koşulacak. Kat 3. bir yokuş var, ilk bölüm çıkış, son kısım inişli (38.8 km). Nibali, Purito, Uran, Valverde kozlarını paylaşacaklar. Profil (parkuru tam bilemediğim için) GK'cılara uygun gibi gözüküyor. Ama iniş bölümünde güçlerini ortaya koyabilecekleri uzun düzlükler varsa TT uzmanları da iddialı olabilirler. Ertesi gün, TT'de dinlenmiş sprinterler için düz bir etap konmuş. Keza 13. Etap da yüksek tempolu bir sprint finişe sahne olacak bir profile sahip. 

14. Etap'ta Vuelta Pireneler'e doğru pedal basacak. Parkurun ortalarında Andorra'ya geçilecek. Bir adet ESP yokuş (26 km-%5.2), iki tane Kat.2 ve son olarak da bir kalem Kat.1 olmak üzere ceman dört tırmanışla yarış Collada dela Gallina'da bitecek. 2012'de burada biten etabı A. Valverde kazanmıştı. 15. Etap, İspanya Turu'nun en uzun parkuruna sahip. 232.5 km boyunca dört tane Kat.1 tırmanış var. Bunlardan biri Porte de Bales (evet Fransa'dayız). Andy Schleck'in meş'um "Chaingate" hadisesinin geçtiği yokuş. Etabın finişi Col de Peyragudes'de olacak ve burayı da çok iyi hatırlıyoruz: "Kaçan Valverde'yi kovalayan Chris Froome, ona yetişemeyen Bradley Wiggins'e ters ters bakıyordu" desem? 


Chaingate, TDF 2010
  
Froome ve Wiggins, Peyragudes 2012



Bir etap boyunca Fransa Turu'nun yakın geçmişindeki iki unutulmaz olaya referans veren Vuelta bence ketenpereye geliyor. Kendi yarışına, tarihine referans vermek varken insanlara yılın en büyük yarışını hatırlatmanın nasıl bir pazarlama stratejisinin parçası olduğunu biri açıklarsa çok sevinirim. Ama cep delik, cepken delik olunca, namerdin %50 ortaklıkla koyduğu paranın kölesi oluyorsun. Allah parasızlığın canını almadı ki!! 


Vuelta'da bu sene dağlar bitmiyor. Toplam 11 zirve finişi var. Arka arkaya dördüncü dağ etabı 9 Eylül'de koşulacak. Parkur kısa (147km) ama kısa yokuş etapları hareketli geçer. 3 gündür dağlarda helak olan bisikletçiler dinlenme günü öncesi olası ataklara direnmek zorundalar netekim. İkinci dinlenme gününden sonra sprinterlerin alabileceği sakin bir etapla Vuleta'nın kreşendosu başlayacak (Calahorra-Burgos, 189km). 17. Etap'ta yeni bir yokuş var: Pena Cabarga. 6 km ve %9.4 eğimle Angliru'nun küçük kardeşi gibi gözüküyor. Ama oraya gelmeden önce 4 yokuş kapısı daha geçilecek. Bu sene La Vuelta'da doping çıkmazsa çok şaşıracağım. Parkur müthiş sert hazırlanmış. Eylül ayının 13. Cuma'sı çok sert bir etap gibi gözükmese de son kısmında yine Kat.1 zirve finişiyle sonlanacak (Alto del Naranco: 6.1 km/%5.3). 

Ve geliyoruz Angliru'ya. Kendimi aslanların yiyeceği gladyatörleri seyreden Romalılar'a en yakın hissettiğim yerlerden biri bu yokuş. 12.2 km, %10.2. En sert bölümü %24 eğimli. Cehennemin ta kendisi. İlk kez 1999'da kullanıldı. Yağış altında çıkılan 2002 Vuelta'da, takım arabaları kaygan zeminde patinaj yapıp hareket edememişler ve yarışçılar patlak lastiklerle etabı bitirmişlerdi. Bana bu derece sert yokuşlar biraz abartılı geliyor ama seyir zevki açısından güzel olduğu su götürmez. Alto de L'Angliru bitene kadar yarış bitmiş sayılmaz. O 12 km'de insan 3-4 dakika bile fark yiyebilir. Ama yokuşun dikliğinden dolayı atak yapmanın (ve sürdürmenin) çok zor olduğu da bir gerçek. Favorilerden o gün havasında olmayan varsa podyumu bile kaybedebilir. 

Yarış, her zamanki gibi başkentte koşulacak şan ve şeref etabıyla son buluyor. Madrit sokaklarındaki yedi turun bitimiyle beraber Vuelta a Espana'nın yeni şampiyonu tarihe geçmiş olacak.

Kırmızı Mayo'ya Tedirgin Bir Bakış 


Neden tedirgin? E çünkü "aççık seççik" işaret edeceğimiz bir favori/favoriler yok. Üstelik bu kadar dağlık bir yarışta her şey olabilir. Liderlerden birisi kötü bir gün geçirse 2 dakika fark yemesi işten değil. Hesap kitaba gelmez bir durum. Ama ilk ağızda sayabileceklerimiz Vincenzo Nibali, A.Valverde, J.Rodriguez ve Sergio Henao olmalı. Gönül Henao'dan önce Rigoberto Uran'ı yazmak isterdi ama Uran OPQS'e transfer olduğu için Vuelta'da biraz "Judas" muamelesi görecek. Team Sky Sergio Henao'yu lider olarak getiriyor. Uran'ın uysal bir Kolombiyalı portresi çizip çizmeyeceği soru işareti... Ben Henao için çalışsa da -Quintana usulü- zirveyi zorlayacağını hatta etap kazanmak isteyeceğini düşünüyorum. Sky'ın Wiggo-Froome'dan sonra bir de Henao-Uran belirsizliği ile uğraşacak olması gereksiz bir baş ağrısı. 




Vincenzo Nibali çok iyi bir takımla geliyor Vuelta'ya. Ama sanırım Giro'daki form seviyesinin altında başlayacak. Brescia'da Pembe Mayo'yu giydikten sonra iki ay yarışmadı, ardından katıldığı Polonya Turu'nda ise resmen süründü. 2 hafta önce Burgos Turu'nda üçüncü olması bacakların tekrar çalşmaya başladığını gösteriyor fakat İtalya Turu'ndaki kadar motive mi emin değilim. Kesin favori diyemeyiz ama kazanamazsa eleştiri oklarına karşı durması gerek. Nibali'nin yakıcı bir hırsı yok. "Valla denedim olmadı, Fransa Turu'na bakacağım" diye kestirip atabilir de. Üstelik Eylül sonunda Floransa'da Dünya Şampiyonası var, B-planı hesabı onu kazanmaya çalışmak da Vuelta'daki olası bir başarısızlığı önemsiz kılar. Astana ise dağlarda Vincenzo'ya her tür desteği verebilecek kapasitede: Fuglsang, -düşmezse- Brajkoviç, Tiralongo, Vanotti, Kangert.... Daha ne olsun?  


Ben de kazandım
Nibali'nin ardından Fransa Turu gazileri Valverde ve Rodriguez iddialılar. Geçen seneyi 2. ve 3. bitirmişlerdi. Bu yüzden ikisini beraber düşünmek hoşuma gidiyor. Fuentes neslinin son İspanyolları'ndan. Bir nevi kader yoldaşı gibiler. İkisinin sohbetine dikiz atttığım güzel bir anım da var Ajaccio'da. Performanslarının, geçen sene gibi, birbirine yakın olmasını bekliyorum. Valverde ITT'de Rodrigez'den biraz daha iyi ama Purito da sert yokuş sprintlerinde Alejandro'dan üstün. Etap sonlarında zaman bonusu olması da Rodriguez'in lehine bir nokta. Geçen yıl son 150-200 mt'deki eforlarıyla 10'ar saniye kazanarak Contador'u uyuz etmişti. 

Purito katıldığı son 3 Büyük Tur'da podyumda yer almıştı artık en üst basamağı istiyor. Nibali'den sıyrılırsa bu mümkün fakat acaba Fransa'nın yorgunluğunu atıp forma girdi mi?? Valverde ise Grand Tour zaferleri ve podyumları olan bir isim olmasına karşın aynı soru onun için de geçerli. Üstelik bu kez yanında Quintana da yok. Yokuşlarda Eros Capecchi ve performansı üst düzeyde olması gereken Sylvester Szymyd'in çok iyi çalışmaları gerekecek. 


"E bende de var işte!!"
"Hadi len Purito..."


Geliyoruz Kolombiyalılar'a... Dave Brailsford Uran'ı geriye çekip Sergio Henao'yu ortaya sürdü. Anlaşılacak bir karar ama World Tour puanlarının gelecek seneye yansımasını düşünerek Giro ikincisine ket vurulması hoşuma gitmiyor. Uran lider olsaydı yarışı kazanma olasılığı çok yüksekti. Henao da çok iyi bir etap yarışçısı aslında ama sanki Rigo'dan hala bir tık aşağıda. Giro'da Wiggins için kaybettiği zamanlara karşın 16. oldu. Bask Turu'na üçüncü, Polonya'da beşinciliği var. Amstel ve Fleche Wallonne'da da dikkati çeken dereceler yaptı. Uran'ın milli hislerle ona yardım etmesine çok ihtiyacı var. Rigo "adam gibi adam" sıfatını hakeder mi yoksa kendi yarışını mı koşar acaba? Zis iz dı kuesçın! Henao'ya Kiryenka ve Cataldo da yardım edecekler. Bence genel klasmanı kazanamaz. Ama Giro 2014'de Sky'ın lideri olabilecek bir performans ortaya koyacak lakin o noktada da Richie Porte'ye tosluyor. Gelecek Vuelta'ya kadar homurdanacak gibi... 

Performansı merak edilen, hatta memleketimizde küçük ama tutukulu bir hayran kitlesine sahip bir başka "escarabajo" da 24 yaşındaki Carlos Betancur (Ag2R). Giro'daki beşinciliği onu da anmamızı gerektiriyor elbette. Takım desteği konusunda sıkıntısı var. Nocentini ve Pozzovivo'nun kendilerini düşüneceklerini varsayarsak, Carlos rakip trenlere yamanıp "değerli bir yalnızlık"tan iş çıkarmaya çalışacak. Aslan yeleli Betancur öncelikle etap kazanarak üstüne asılmaya çalışılan "Poulidor" etiketinden kurtulmak isteyecektir. 


Vuelta öncesi en üzücü haber Euskaltel Euskadi'nin bu sene sonu kapanacağını öğrenmek oldu. Turuncu mayoları ve ORBEA Orca'larıyla hafızamıza kazınan Bask takımı, sponsor fonlarının suyunu çekmesi sonucu 20 yıl sonra yollardan çekilecek. İki yıl önce, Bilbao'da, Igor Anton'un kazandığı etabı izlerken Basklıklar'ın takımlarını ne kadar sevdiklerine tanık olmuştum. Vuelta '13 onların son büyük turu olacak. Bu nedenle Euskaltel'in çok agresif olmasını beklemeliyiz. Yarışçıların gelecek sene kendilerine takım bulmak için de kişisel olarak çok motive olacakları kesin. Igor Anton kendi topraklarında bir etap daha isterken Mikel Nieve -bir başka Tour gazisi olmasına karşın- yine ilk 10'da olmaya çalışacak. Bisiklete binerken geçmişte kalmış mayoları giymeyi daha çok seviyorum. Gelecek sene için turuncu mayo siparişi kaçınılmaz. Adios Euskaltel!! 



Turuncuya veda ediyoruz... :-(


Belkin de B.Mollema ve L.Ten Dam ikilisiyle iddiasını ortaya koymaya çalışacak. Ancak ikisi için de bazı yokuşların çok sert geleceğini düşünüyorum. Yarışın hep içinde olacaklar ama eğim %10'lara çıktığında yavaş yavaş geriye kayacaklardır. Takımın bir önceliği de Theo Bos'a sprint kazandırmak olacak. Cavendish, Greipel ve Kittel'in gelmedikleri bir yarışta başaltı sprinterlerini ilgiyle izleyeceğiz. 


Mollema & Ten Dam tandemi!



Radio Shack de bu ismiyle son Büyük Tur'unu koşacak. Takım gayet iyi aslında ama lider yok. Cancellara Floransa için antrenman yapacak, Zubeldia, Busche ve Chris Horner da "Yahu bir şey yaparlar mı acaba?" diye yıllardır kesemediğimiz umudumuzu tekrar kaşıyıp geri düşecekler. Tersi olur da genel klasmanda iddialı bir RSLT ile karşılaşırsak gerçekten şaşıracağım.


Chris Horner & Matthew Busche



Eski kurtlardan Ivan Basso ve Michele Scarponi de yarıştalar. Onlardan hala bir Büyük Tur zaferi bekliyor musun derseniz, hayır  beklemiyorum. Ama Ivan Basso'nun mesleğine saygı olarak biraz kendini göstermesi gerek. Yıllardır sıfır "panache" ile devam ediyor. Sıkılmaya başladım. Scarponi ise her zaman atak yapmayı seven kişiliğiyle yarışa renk katar inşallah. Ama artık yaşlandı. 

Bjaerne Riis Contador'u Vuelta'da yarıştırmayı çok istedi ama Alberto oralı bile olmadı. Roman Kreuziger, Nicholas Roche ve Rafal Majka'lı bir ekiple GK yarışına bir yerinden  tutunmaları normaldir. Roche'a çok şans vermesem de Majka ve lider olarak Kreuziger'in ne yapacaklarını merak ediyorum.

Diğer ilginç isimler arasında Daniel Moreno (KAT), Dan Martin (GAR), Jelle Vanendert (LOT) ile Vacansoleil üçlüsü De Gendt, Poels ve Westra bulunuyorlar. De Gendt'i Stelvio 2012'den beri bekliyoruz, hadi artık Thomas! Dan Martin'in etap kovalayacağını, Tour'a katılamayan Vanendert'in de kendini genel klasmanda göstermeye çalışacağını düşünüyorum. Moreno her zaman dikkat edilmesi gereken harika bir bisikletçi. Domestik görevinden kaytarıp zirve finişlerinden birini almaya çalışırsa şaşırmam. Rodriguez erken patlarsa Katusha'nın ikinci kozu olarak öne çıkacaktır (geçen sene beşinci oldu, boru değil!!). 

Son olarak Thibaut Pinot için bir parantez açalım. TdF'de moralman çöken Fransız yokuşçunun toparlanması için bu yarış çok önemli. Kafasından iniş korkusunu atmış bir Pinot yarışa zevk katar. Ama bu yarışta da beynindeki şeytanlara yenilirse korkarım içinden çıkması zor bir kısır döngüye girip kariyerini tehlikeye atabilir... Aman diyeyim. 

Siz bakmayın Vuelta'nın ciddiye alınmadığına. Sporcuların en sevdiği Büyük Tur'dur. Stresi az, sade, etap başlangıç saatleri uygun, halk ilgisinin insanı ezmediği, dediğim gibi, alçakgönüllü bir yarıştır. Hatırlayacaksınız, 2012'nin en güzel mücadelesini İspanya'da gördük. Bu sene de farklı olmayacak. Çok favorili açık bir yarış, biz izleyicilerin arayıp da bulamadığı şey. Cumartesi akşam başlıyor. İlgi ve bilginize sunarım!! 









*:Peñas Blancas: İspanya uzmanımız @ata_atay  "penas"'ın aslında "penyas" okunan o üstünde dalga işaretli N harfiyle (Ñ) yazıldığını ve anlamının da "Beyaz Kayalıklar" olduğunu bildirdi. Google'dan iyi mi bilecek??








14 Ağustos 2013 Çarşamba

Kazananlar...Kaybedenler... Fransa Turu 2013




 Ne tembellik ne tembellik.... Şu yazının 3 hafta önce bitmesi gerekiyordu. Aslında çoğu bitmişti ama sıra bazı "kaybedenler"e gelince takıldım. İyiyi, güzeli yazmak daha kolay sanırım. Fransa Turu'nu o kadar yoğun yaşadıktan sonra, bir bezginlik de çöküyor, itiraf etmem gerek. "Her şey oldu bitti işte, ne söylenebilir ki?" kurdu kafaya girince yazı yürümüyor. Neyse, çok geç kaldım ama en azından bir okuyucuya verilmiş sözü tutmam gerekiyordu. 

Bu yazıda Fransa Turu'nun kazanan ve kaybedenlerine bakmaya çalışacağım. Aslında bu yarışı bitirebilmek bile büyük bir başarı olduğundan 169 kişinin hepsini kazananlar tarafına yazmak gerek. Fakat, yarışa belli bir beklentiyle giren, iddiasını yarış öncesi ortaya koyanlar olduğuna göre, onların aldığı sonuçlara göre bir sıralama yapabiliriz sanırım. Elbette tam bir liste olmayacak, süzgeçin üstünde kalanları yazacağım. 

Önce kazananlara bakalım: 




Chris Froome: Fransa Turu fatihinin dedikodusunu daha önce yapmıştım. Ekleyecek fazla şey yok. Froome gerçekten tüm rakiplerinin bir gömlek üstündeydi. Team Sky'ın yarıştaki hata ve zayıflıklarına karşın, kendi gücüyle (R. Porte'un da desteğiyle) tüm atak ve karşı taktiklere direndi. En iyi TT'ci ve yokuşçuydu. Kazanamayacağı bir parkur yok gibi duruyor. Yine de, Sky ve Froome, yarışı seyredenlerin saygısını kazandılar ama sempati kısmından emin değilim. Özellikle takımın hal ve tavırlarından, beni uyuz eden, ukala ve kasıntı titreşimler alıyorum. Froome ise -görünenin arkasına bakıp, kişiliğini daha iyi tanıdıkça- zamanla kalpleri fethedecek gibi duruyor. Halkla ilişkiler konusunda tecrübelenmesi ve bu konuda -Team Sky kanunlarını bypass ederek- bir danışmanla çalışması şart. Önceki yazıda bahsettiğim diğer rezervlerim baki kalmak üzere başını hafifçe okşuyorum... 

Nairo Quintana: Kanımca TDF 2013'ün en büyük "keşfi" Quintana oldu. İşi bilenler 2012'den beri ondan bahsediyorlardı aslında. Yine de, en güçlü performansını Temmuz ayında göstererek yeni bir yıldız oldu. Kolombiyalılar, 1980'lerde de Fransa Turu'nda esip gürlemişlerdi ama bu defa resmen yağdı. 23 yaşında, hem GK ikinciliği, hem Benekli Mayo, hem de Beyaz Mayo kazanmak az buz iş değil. Quintana, yol bisikletinin klasik öyküsüne sahip. Fakir bir ailenin, okula gitmek için bisikletiyle dağlar aşmak zorunda kalan kavruk evladı (İsmail Burak Bal'ın yazısını hatırlayalım). Böyle bir sürü hikaye var aslında duymadığımız. Nairo'nun şansı, potansiyelini gören ve itekleyen babası, bisiklet kültürü zengin bir ülkenin evladı olması, fırsatları kullanacak zeka ve iradeyi göstermesiydi. Aslında TdF'a, Valverde'nin baş domsetiği olarak geldi ama liderinin yaşadığı sorunlardan sonra önü açıldı ve potansiyelini gösterdi. Artık yapması gereken daha çok çalışmak, daha iyi bir TT'ci olmak, İngilizce öğrenmek ve 2-3 yıl sabretmek. Bu duygularla,  Nairo'nun yanaklarını şefkatle sıkıp sıkıp bırakıyorum. 




Peter Sagan: İki yılda iki Yeşil Mayo... Adam bana bile satın aldırdı sonunda fıstık yeşili formayı. Hem sprinter, hem yokuş çıkabiliyor. Öküz gibi güçlü ve fırlama. O da 90'lar kuşağının en iyilerinden olacak. Özellikle Bahar Klasikleri için taktiksel anlamda daha gelişmesi gerekse bile Fransa Turu puan klasmanını uzun yıllar kimseye bırakmayacak gibi duruyor. Tarihe çok büyük bir bisikletçi olarak geçeceği kesin. Fırlamalığını karizmayla tamamlarsa reklamcıların da bir numaralı yıldızı olacak. Onu "Aferin lan Peter!" diyerek ensesine şaplakla ödüllendiriyorum. 

Joaquim Rodriguez: Purito yine kazanamadı ama son üç Büyük Tur'un podyumunda yer almayı başardı. Katusha'ya geçtiğinden beri aldığı paranın karşılığını veriyor. Bu Tour'da da, özellikle son hafta, en kuvvetli kalan 3 kişiden biriydi (Chris, Nairo). ITT'lerde eskiye göre daha az zaman kaybederek, yokuşlarda inat ve güçle karşı koyarak yarışın son gününde de Contador'u geçmeyi başararak Şanzelize'de kürsüye çıktı. Bundan sonra Vuelta'da koşacak. Dinlenmiş ve tekrar forma girmiş bir Rodriguez Kırmızı Mayo adayı olur. Bunu söylediğime inanamayarak elini sıkıyor ve sırtına dostça vuruyorum. 

Marcel Kittel: Geçen sene, ishalden dolayı yol kenarlarını batıra batıra yarıştan çekilen biri için 2013 Fransa Turu'ndan daha iyi bir geri dönüş olamazdı. Kittel sadece 4 etap kazanmadı, Sarı ve Yeşil Mayo'yu da giydi. Ayrıca sevimliliği, nezaketi, anti-doping söylemindeki tavrıyla da yol bisikletinin Almanya'da tekrar yükselişini sağlayacak gibi duruyor. Saçlar bir felaket ama gençliğine vermek gerek. Madem çok Türk arkadaşı var, alışkındır. Seni yanaklarından öpüyorum Marsel! 


Saçlara gel!!!


Roman Kreuziger: Kimileri lider doğar, kimileri liderliğe yükselir. Bazıları da gençken gösterdikleri o parlak ışığı zamanla kaybederler. Kreuziger kendi kuşağının en iyi genç etap yarışçılarından biriydi. 2004'de Gençler Dünya Şampiyonu olmuştu. 2008 ve 2009'da iki önemli tur kazandığında daha 23 yaşındaydı. Ancak Liquigas'da geçen 4 yıl bu iki zafer dışında ona fazla başarı getirmedi. Her zaman iyiydi ama "büyük" olmasını sağlayacak o küçücük kuvantum sıçramasını hiç yapamadı. 2011'de Astana'yla bir Giro Beyaz Mayo başarısı var ama Kazak takımı potansiyelli gençleri heder etmesiyle bilinen bir mecra. Hayal kırıklıklarıyla dolu 2 yıldan sonra "lider" olmaktan vazgeçti ve Contador'un baş domestiği olmayı seçti. Belki liderlik rolünün psikolojik baskısını kaldıramadı, belki antrenman programı yanlıştı. Bir adım geri atarak Contador'un kurmayı olmayı seçince şansı da döndü. Bir başdomestik için harika bir sezon geçiriyor. Amstel Gold gibi bir klasiği son derece akıllıca kazandı, İsviçre Turu'nda 3. oldu. Bence, Fransa Turu'nda, Contador'a defalarca yardım etmek için kendini helak etmese, yarışı beşinci sıra yerine Rodriguez'in önünde bitirebilirdi. Ama "yokuş domestikleri"nin kaderi bu. Çek sporcu bu görevi harika yaptı. Kreuziger eğer 30 yaşına doğru bir performans sıçraması yapıp "Paşa" olmazsa kurmay albaylıktan emekli olur, arada iyi de para kazanır. Militarist olmadığım için kendisine asker selamı vermiyorum, bir Budweiser Budvar ısmarlayıp elini sıkmakla yetiniyorum. 

Kreuziger ve Contador

Rui Costa & Movistar: Tam adı Rui Alberto Faria da Costa. 23 yaşında masmavi gözlü bir Portekizli. Costa da ne zamandır radarın altında uçanlardan. 2011'de Fransa Turu'nda da bir etap kazanmıştı. Son iki yıldır Tour de Suisse'in de GK şampiyonu. Bu sene Valvede ve Quintana'yla beraber TdF2013'e geldiğinde beklentiler, genel klasmandan çok etap peşinde koşacağı yönündeydi. Ancak Valverde'nin jantını kırdığı o meş'um 13. Etap'ta liderini bekleyip 10 dakika kaybetmeseydi klasmanda daha iddialı bir yere gelebilirdi diyenler de var. Ama işte bu noktada katman katman bisiklet sporu bir başka "yin ile yang" ikilemi daha sunuyor bize. Eğer klasmanda iddialı olsaydı iki harika etap kazanmasına izin verilmezdi (16. & 19. Etap). 


Rui Costa Movistar'da ikinci keman olmaya devam edecek mi?

Movistar takımı da Valverde'nin şanssızlığına fazla üzülmedi açıkçası. Giro'da 4 etap kazanmışlardı. Fransa'da da Rui Costa ve Nairo Quintana ile 3 etap zaferi, 2 mayo ve Genel Klasman ikinciliğini kazandılar. Takımın genlerinde bu var aslında. Banesto <=> Indurain desek sanırım yeterli olur. Caisse d'Epargne zamanında da siyah-kırmızı mayolarıyla az zafer kazanmadılar. 2008'den beri takımın başındaki Eusebio Unzué'nin önümüzde bir amacı daha olacak. Valverde'nin son döneminden bir Vuelta, Rui Costa'dan hem klasikçi hem genel klasmancı, Quintana'dan da bir Fransa turu şampiyonu çıkarmak... Rui Costa'yı tutabilirse elbette.

Orica GreenEdge: Yarışın daha ilk haftasında iki etap zaferi kazanan, 2 ayrı sporcusu dört gün boyunca Sarı Mayo'yu taşıyan kangurular yarışın bir başka kazananı oldu. İlk etaptaki otobüs faciası ve yarışın geri kalan bölümlerinde ortalarda gözükmemeleri methiyenin düzeyini daha da artırmama imkan vermiyor. Takım hala bir GK sporcusuna sahip değil, bu eksiklik hissediliyor. Simon Gerrans'ın, Calvi'de Sagan'ı sprintte geçmesi ne kadar iyi, güçlü ve "multi-disipliner" bir yarışçı olduğunu gösteriyor. Milano-Sanremo'da yeteneğini görmüştük zaten. Takımın şimdilik en büyük sıkıntısı ise sprinter Matthew Goss'un sessiz olması. Tüm takıma parmak arası terlik hediye ederek sıcakkanlılıklarına gönderme yapıyorum. 


Happy Aussies!!!



Mansiyonlar... Genelde resim ve öykü yarışmalarında "mansiyon kazananlar" olarak geçen "mansiyon", Fransızca'daki "mention honorable" lafından dilimize geçmiş. Aslen "[Adı] şerefle anılanlar" anlamına gelir ki bu daha güzel duruyor. Önce Richie Porte'u yazmak gerekir elbette. Çoğu yokuş etabında Froome'u tek başına çekti. İki etapta zaafiyet gösterdi ama L'Alpe d'Huez'de takım arabasına gidip, aldığı enerji jelleriyle liderini beslemesi bence Froome'a yarışı kazandırdı... 32 yaşındaki Cristophe Riblon yarışın en güzel, en mitik yokuşunu kazanırken son derece akıllı bir atak yaptı. Riblon -Polonya Turu'ndaki performansını da göz önüne alarak- yokuş etaplarında girdiği kaçış gruplarının korkulan ismi oldu artık. Sarı Mavic ayakkabılarından tanımaya gerek kalmadı artık, tüm seyredenler geniş omuzlu, kirli sakallı Riblon'u hemen ayırt ediyorlar... Jan Bakelants da RSLT'nin ışığı oldu. Ajaccio etabındaki zeki ve riskli kaçışı ona etap zaferi ve Sarı Mayo getirirken, yarış boyunca hep aktifti. Seneye Klasikler'de ona daha çok dikkat etmek gerekir... Matteo Trentin (OPQS) ve Dan Martin de (Garmin Sharp) kazandıkları etaplarla yarışa tat kattılar. Son bir mansiyon daha var ama o en aşağıda... 


Cristophe Riblon L'Alpe d'Huez'de kazandı ama Fransızlar'ın şerefini kurtaramadı


"Tamam hadi!! Kaybedenlere geçelim artık..." sesleri duyuyorum. İnsanoğlu böyle işte... Başarı yerine başarısızlığın hikayesini dinlemeyi tercih eder, kendine ait olmadığı sürece. Unutmayın ki, aşağıdaki isimler dünyanın en zor yarışını bitirmeyi becermiş süpermenlerdir. Herhangi bir Türk'ün Fransa Turu'nu, değil bitirmek, katılmayı bile daha başaramadığını hatırlatmak isterim. Ona göre okuyun, insaflı olun ;-)) 

Alberto Contador: Yarışın en büyük kaybedeni elbette. İkisi geri alınmış da olsa 7 Büyük Tur kazanmış bir sporcunun bu derece "ortalama" bir Fransa Turu geçirmesi herkesi şaşırttı. Contador'un, yokuşlarda alıştığımız hızlanışını hiç  göremedik. Hatta Mont Ventoux'da Froome'a sadece 30 metre dayanabildi. Dağlarda farkını koyamayan El Pistolero, ITT'lerde de eski formunda değildi (bu arada "Silahşör" lakabı ortadan yok oldu farkındaysanız, ama arka arkaya "Contador" yazmak istemeyen muharrir tabancanın ipine sarılmaya devam ediyor). Alberto, antrenörleri ve Riis, şapkayı önlerine koyup iflas eden paradigmayı nasıl değiştirecekleri düşünmek zorundalar. Şimdiki kadarki çalışma yöntemleriyle Froome'u geçmeleri mümkün değil. Yeni antrenman metotları mı geliştirirler, farklı performans artırıcı önlemleri mi uygulamaya alırlar bilemem (valla doping ironisi yapmıyorum). 

Aslında Alberto hala yarışlara büyük heyecan katmaya devam ediyor. 13. Etap'ta Froome'u tuzağa düşürmesi, Col de Sarenne inişinde atak yapması, yarışı ne kadar istediğini gösteren işaretlerdi. Ama yokuş yukarı değil de yokuş aşağı atak yapmaya başlamışsa sorun büyük demektir! Movistar'ın, Froome'u hedef almak yerine, Contador'u geçmeyi düşünerek Saxo ile ittifaktan kaçması da İspanyol sporcunun iyi bir derece almasını engelledi. Son olarak, "Büyük Turlar'ın son haftalarında daha formda olurum" diyen Alberto'ya biraz dudak kıvırmak gerek. Yarışın son yokuşu Semnoz'da Quintana ve Rodriguez onu perişan ettiler. Bunu da düşünmesini tavsiye ederek onun elini okşuyor ve soran bakışlarla bakıyorum... 




Alejandro Valverde: Aslında Valverde kariyerinin en iyi TdF'ını koştu demek hata olmaz. Ama bir bahtsızlığı var bu yarış özelinde. Mutlaka ve mutlaka başına bir şeyler geliyor. Bu defa da son derece anlamsız bir etapta jantını kırıp 9:54 kaybetti. Valverde, yaşı ve yeteneği itibarıyla artık Fransa Turu genel klasmanını kovalamayı bıraksa iyi olur. Yokuşlu klasikler, belki Vuelta ona daha uygun gibi gözüküyor. Zaten Vuelta 2013'e katılacak ama formunu tekrar kazanabilecek mi emin değilim. Purito'yla beraber yanyana çıkarlar yokuşları. Bir zamanlar çok sevdiğim bir yarışçıydı. Sonra o da doping batağına daldı, 2 yıl ceza aldı. Ama hiç özür dilemedi, suçlu olduğunu hep reddetti. İnanıyor muyuz? Nayır! O yüzden biraz buruğum kendisine. Zaten Ajaccio'da da suratıma bakmadı imza verirken. "Sana karşı eski hislerim yok artık Alejandro!!" Bu duygularla, ona bir tüp enerji jeli verip arkamı dönüyor ve uzaklaşıyorum. Anlayana...

La République Française: TdF'12'yi beş etap zaferi, Benekli Mayo ve ilk 10'da bir sporcuyla başı dik bitiren Fransızlar bu sene tek kelimeyle döküldüler. Ergenliği Fransız hocaların elinde heba olmuş biri olarak umurumda bile değil, beter olsunlar elbette, ama şaşırdığımı itiraf edeyim. Cristophe Riblon hariç hiçbirinden ciddi bir ışık göremedik. Sojasun, FdJeux ve Europcar yok hükmündeydiler. Teselli olarak söylenebilecek şey, gençler klasmanının ilk on sırasında 4 Fransız'ın oluşu ama en iyisi Quintana'nın 22 dakika gerisinde... Pierre Rolland'ın genel klasman hedefi balonmuş, kandırıldık. İki zamana karşı etapta toplam 11 dakika fark yiyen adam "Classement Genéral de Mon Cul"de yer bulabilir ancak. Thomas Voeckler ise bu sene "kontenjan senatörü" olarak yarıştı. Bol şov, sıfır netice. Ne bir atak, ne bir "panache", hiçbir şey görmedik. 


Thibaut Pinot, geride kalmış, ümitsiz


Tabii Europcar'ın durumu, FdJeux ve Thibaut Pinot'nun spektaküler çöküşü karşısında geri planda kaldı. Pinot geçen sene güzel bir etap kazanıp yarışı ilk 10'da bitirince Rolland ile beraber "Yeni Fransız umudu" olarak lanse edilmişti. Fransız basını her sene birini gazlıyor böyle. 2014'de yemem artık. Neyse... Pinot meğerse yokuş inemiyormuş, onu öğrendik. Tam olarak böyle değil aslında. Öğrendiğimiz "kırılgan" bir mental yapısı oldu. "Bazıları örümcek veya yılandan korkar, ben süratten korkuyorum, bu bir fobi" diye demeç verdi, aklım almadı. E geçen sene her yerden indin monşer? Gençken geçirdiği bir kazadan dolayı inişlerde hep gergin olduğunu söylüyor. Kafamızdaki şeytanlar bir zayıf anımızı kollar zaten. Pinot, Col de Pailheres inişinde mental olarak bloke olduğunu ve inemediğini söyledi. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Bu psikolojik sorundan acilen kurtulması gerek. Yokuş çıkamazsan da bisikletçi olursun ama inemezsen?? Kendisine benim psikoloğun telefon numarasını verirken "Seneye halledersin, hiçbir şey için geç değil" diyorum... 

Cadel, Tejay ve BMC: BMC ve liderleri Tour'da öyle patladılar ki, toz bulutunda Andy Schleck'in 20.'liği bile dikkati çekmedi. Evans'ın, bu yaşında, Giro'yu da koştuktan sonra Fransa Turu'nda çok rekabetçi olması mucize olurdu, olmadı. Ama geçen senenin beşincisi VanGarderen'e ne olduğu büyük muamma. Mayıs ayında Kaliforniya Turu'nu kazanan Tejay'in, daha Pireneler'de liderin yarım saat gerisine düşmesi bana gizli bir virüsü düşündürdü ama daha bir açıklama yapılmış değil. Philippe Gilbert de kendinden beklenenleri gösteremedi. 


Evans bulanıktı ama asıl Tejay şaşırttı...

BMC, bu haliyle, birkaç yıl öncesinin Manchester City'si yada bu senenin Monaco'su gibi, çok para harcayıp fazla bir başarı elde edemeyen futbol takımlarına benziyor. Andy Rihs parasını istediği gibi saçabilir elbette, benim tavsiyeme ihtiyacı yok. Lakin takımda bir hedef eksikliği olduğu gözüküyor. John Lelangue'ın kovulmasına şaşırmamak gerek. Önemli olan yerine kimin geleceği ve BMC'nin nasıl bir takımla yoluna devam edeceği. Andy Rihs'ın elinden purosunu alıp küllükte sertçe söndürürken "Herr Rihs, was machen Sie allahaşkına?"diye kestirip atıyorum.  


Son mansiyonu sayın eşime ve kendime veriyorum. Kasım'da planladık, Temmuz'da gerçekleştirdik. Türk gibi başladık, İngiliz gibi bitirdik yeminlen. Programımız hiç aksamadı. Bütün etapları seyrettik. Karga sekmez, keçi geçmez virajlı yollardan, gece yarısı kafalar binbeşyüz (abart!) dönmeyi becerdik. Her akşam muntazaman içki içtik ama otele dönüp blogumuzu da yazdık. Fransız navigasyon aletine rağmen bir kere bile kaybolmadık. Akreditasyon kartlarını alamadığımızda kavga etmedik (program aksadı evet ama olur o kadar), güzel restoranlarda yemekler yedik. Yalnızca, son sabah, kiralık arabayı bırakacak park girişini bulamadık. Bizim gibi havaalanı parkını dolanıp duran bir salak daha vardı. Baktık ki adam İngiliz, sevindik. Standartı tutturmuşuz...   


12 Ağustos 2013 Pazartesi

Rakiple İşbirliği

(11 Ağustos 2013 tarihli Evrensel Gazetesi Pazar Eki'nde bir bisiklet dosyası vardı. İçinde güzel yazılar vardı. Aşağıda benim yazım bulunuyor.)




Bisiklet denince, matruşka bebekleri gibi, açıldıkça içinden farklı şeyler çıkan, işe yarayan bir “araç” olmanın çok ötesinde, bir kavramlar kümesi aklıma geliyor. Silsilenin en başında karne hediyesi olarak başlayan bisiklet, diğer uçta çevresel bilincin sembolüne dönüşür. Bu iki uç arasındaysa,  spor olarak yapıldığında, insana dair her türlü güzellik ve çirkinliği bir arada barındıran, oturup tefekküre dalınca, yaşama dair –kimisi uçuk kaçık- çıkarsamalara bile varmayı sağlayan bir değerler zinciri bulunur. İki tekerlek, bir sele, gidon ve bir çekiş sistemiyle bu kadar geniş bir tayfa ulaşmak başka araçlar için pek mümkün değildir. Reklamcıların her tür çabasına rağmen, buzdolabı tek bir işe yarar. Çamaşır makinesinin dönen tamburuna bakarak felsefi açılımlara varmak için bayağı bir promil gerekir. Otomobil bile, “bir yaşam biçimi” diye pompalanan 888 değişik modele karşın, sonuçta insanı bir yerden bir yere götürür, o kadar. 

Çeşitlilik konusunda bisikletle yarışan tek araç “sanat eseri”dir. Sadece bir kitap/resim/müzik/heykel insana asıl amacından farklı şeyler hissettirir, başka mahallere, farklı ruh hallerine götürür. Ama sanat eserinin yaratıcısı bir başkasıdır. Elbette bisikleti de yapan biri vardır ama “bisiklete binme hali”nin tek sorumlusu insanın kendisidir. 

Bisiklet de bir sanat eseri olarak görülebilir


Bisikletin bu kadar katmanlı hale gelmesindeki en önemli neden, insan gücüyle çalışmasıdır. Yürüme hızının çok daha üstüne bisikletle çıkarken zaman ve mekan algısı değişir. Saatte 40 kilometre hızla yokuştan inerken, manzara, rüzgar ve sesler alışılanın çok dışındadır. Arabayla bir dakikada çıkılan herhangi bir yokuş, bisiklet üstünde, kendi ağırlığını oflaya poflaya yukarı taşırken, farklı bir şeye dönüşür. O yokuş bazen ulaşılması gereken bir amaç, bazen savaşılan bir düşman, formsuz bir günde ise lanetli bir şeytan olur.
İşin güzel tarafı, bu farklı duygulara ulaşmak için bisiklete binmek de gerekmez. Televizyonu açıp bir bisiklet yarışının karşısına geçince de –biraz empati yardımıyla- değişik boyutlara gidip gelmek mümkündür. Konuya “Yahu saatlerce pedal çeviren adamları seyretmekten ne zevk alıyorsun?” diye giren çok insan, çekimlerin güzelliğini gördükten, yarışın inceliklerini öğrendikten sonra, yaz sıcağında TV başında 3 hafta Fransa Turu’nu seyreden yarı asosyal birine dönüşebilir. 

Bisiklet yarışının incelikleri dedik ama aslında tüm yol bisikleti yarışlarında ilk ve en önemli şey, hayatın da en önemli parçasıdır: Hava. Daha doğrusu bisiklet sporunda buna “hava direnci” diyoruz. Tüm yarış taktiklerinin temelinde hava direncini yenmek, bunu da en az yorularak yapmak vardır. Sporcular kuşları taklit edercesine grup halinde giderler. Büyük bir grubun ortasında giden yarışçı, tek başına harcayacağından daha az enerji tüketir (%40’a kadar). Böyle bir avantaj söz konusu olunca, haliyle tüm yarışçılar bunu kullanmak ister. İşte zurnanın zırt dediği, bisikletin diğer sporlardan ayrıldığı yer de burasıdır: Bisikletçi rakiple işbirliği yapar.  


Televizyonda görürsünüz. Farklı takımlardan 5-10 bisikletçi küçük bir grup olarak önde yol alırlar. Grubun önündeki kişi sürekli değişir. Öndeki sporcu bir süre rüzgarı göğüsledikten sonra (ya da usulünce söylemek gerekirse “grubu çektikten” sonra), biraz nefeslenmek üzere arkaya geçer, yerini bir rakibi alır. Biraz sonra, o da kayarak arkaya geçip sırayı bir diğerine bırakır (bunun da tabiri “yatmaktır”). Bu küçük grup belki de yarış sonunda zafer için kıyasıya bir mücadeleye girecektir ama, önceki 100 küsur kilometre boyunca birbirine yardım eder, gerekirse su ve yiyecek paylaşır. Tüm sporlar içinde, insanı bisiklet sporuna aşık edecek ilk şey işte bu ikilemdir. Bu imeceyi izlerken, sporu bırakıp, insanlık, dayanışma, işbirliği, ortak bir amaç için fedakarlık gibi, bisiklet dışındaki bir çok kavram da billurlaşmaya başlar. Zaten bunlar olmasa, saatlerce pedal çeviren adamları seyretmekten ne zevk alınır ki?  

Dopingin son otuz yıldır çok kirlettiği bu spor, yine de başka güzellikleriyle o kiri pası biraz kapatıyor bence. Mesela pelotonun saygı gören bir yarışçısının kasabasından geçen bir etapta, o sporcunun öne atak yapıp ailesi ve dostlarını selamlamasına, kasabalı tarafından alkışlanmasına izin verilir. Bu çok zarif bir jesttir (elbette atak yapan sporcu tekrar gruba döner, bir kez ihanet ederse de bu unutulmaz, bütün kariyeri boyunca bu leke peşini bırakmaz). Ya da bir başka örnek: tuvalet molasında ve beslenme noktasında atak yapılmaz. Bu da zaman içinde, grubun ortak çıkarı için gelişmiş ve çok nadir ihlal edilen bir başka kuraldır (ve yazılı bir kaide değildir). Çünkü bir kez bu kural işlemez hale gelirse, kimsenin yarış içinde huzurla iki lokma atacağı yada mesanesini boşaltacağı bir fırsat doğmayacak demektir. Yılda 80-90 gün yarışan insanlar için, takdir etmek gerekir ki, bu büyük bir sıkıntıdır. 

  
Elbette her şey bu kadar romantik ve erdemli değil. Dünyanın en ağır sporlarından biri olduğu kabul edilen bisiklet, dopingle iç içe geçmiş durumda. Sporcular her şeyi bilmelerine karşın, “Omerta”ya uyup on yıllarca susmuş, suça ortak olmuşlardır. Geçmiş büyük şampiyonların hemen hepsinin sahtekar ve yalancı olduklarının ortaya çıktığı bir spordan bahsediyoruz. Ama şampiyon olmak için değil, o yarışı son sırada da olsa bitirebilmek için doping yapanlar olduğunu bilince, belki öfke biraz yumuşar. Ama belki de yumuşamaz, hayata nasıl yaklaştığımızla çok ilgilidir bu. Böylesi ikircikli konuları, sabahın erken bir saatinde, ağaçlıklı sessiz bir yolda, bisiklet üstünde düşünmek çok güzel olur. 

(...)