27 Ağustos 2012 Pazartesi

Lance Armstrong - Biraz Daha Yazdım





Lance Armstrong - Bu yarışta Yokum yazısını,  Lance'in USADA ile mücadele etmeyeceğini öğrendikten sonra hızla ve çok "fact finding" yapmadan   yazmıştım. Birkaç hatayı sonradan düzelttim. Ama çabuk yazdığım için ne doping konusuna, ne yasal prosedüre, ne de bu olayın bundan sonra bisiklet sporunda nelere yol açacağına dair öngörülere girmedim. Dün sabahki bisiklet turumda konu üstüne biraz daha düşündüm. Çok metodik olmadan, aklıma gelenleri madde madde sıralamak istiyorum: 

1. Öncelikle pozitif bir doping testi olmadan nasıl ceza verildiğine bakalım (bunun için bisikletten inip biraz internet taraması yapmam gerekti). USADA hem BALCO hem de atlet Michelle Collins davalarında "non-analitik pozitif" bazda (yani dopingi ispatlayan bir test olmadan) ceza vermiş. Hiçbir testte dopingli çıkmayan Collins'in e-posta kayıtları ile idrar ve kan örneklerinin dopinge işaret ettiği öne sürülmüş ve sporcunun CAS başvurusunu da içeren bir süreç sonunda Collins 8 yıl ceza almış. Keza Tim Montgomery de görgü tanıklıkları sonucu mahkum edilen bir sporcu. Yani yazıdaki "doping testi pozitif çıkmadan nasıl ceza verilir?" sorum yanıtını buluyor. 


USADA prosedürüne göre, doping suçlaması yapılan atlet önce USADA İnceleme Komitesi (Review Board) önüne çıkıyor. Bu komite, aslında sporcuların haksız suçlamalara maruz kalmamaları için kurulmuş bir kontrol makamı. Üyeleri ise USADA CEO'su Travis Tygart tarafından atanıyor. Burada bir yamukluk var takdir edersiniz ki. Benim atadığım adam kimin lehine karar verir acaba? Haliyle komite LA'un yargılanmasına karar verdi. Bundan sonra Armstrong Texas federal mahkemesine aşağıdaki şikayetlerle bir durdurma davası açtı: 

  • Hakem heyeti karşısına çıkana kadar, LA hakkındaki suçlamalara temel olan hiçbir tanıklık ve testi öğrenemeyecekti
  • Tanıkları çapraz sorguya alma hakkı yoktu.
  • Kendi suçsuzluğunu oryaya çıkartacak deliller sunma hakkı yoktu.
  • CAS hakimlerinin ücretlerinin ABD Olimpiyat Komitesi (USADA'nın ana kuruluşu) tarafından ödenmesi
  • Laboratuar sonuçlarının tam açıklanmasını, test prosedürlerini sorgulamayı ve testlerin bağımsız başka organlarca incelenmesini talep etme hakkı yoktu.
  • 8 yıllık zaman aşımı süresinin bitmiş olduğu
  • Emekli bir sporcu olarak yasal soruşturma hakkının UCI'da olduğu
  • USADA'nın tanıklarla yaptığı anlaşmaları açıklamak zorunda olmayışı (ceza indirimi karşılığı tanıklık şüphesi)

Bunlardan başka birkaç itirazı daha var. 



Hukukçu olmadığımı tekrar hatırlatayım. Ama sanki bu itirazlarda haklılık payı var gibi gözüküyor. Zaten, "non-analitik pozitif" doping suçlamalarında -Amerikalı- bir atletin, ABD Anayasası'nın meşhur 5. Ek maddesindeki bireyi koruyan çerçeveye dahil olup olmayacağı oldukça netameli bir konu. Sonuçta hakkınızdaki suçlamaların niteliğini, kimin ne tanıklık yaptığını ve testlerin sonuçlarını öğrenmeden insan kendini savunmak üzere nasıl hazırlanabilir ki? 


Federal yargıç bir çok konuda Lance'in argümanlarına sempati duyduğunu belirtse de sonuçta "bu dava benim yetki alanımda değil" diyerek sürecin USADA'nın çizdiği çerçevede devam etmesine izin verdi. Bu noktada da, LA'un danışmanları, artık kazanacakları pek bir şey olmadığı konusunda Le Patron'u ikna etmiş olmalılar. Elbette duruşmada Lance'in tüm kirli çamaşırları ortaya dökülebilir ve LA rezil de olabilirdi. Bu olasılığı hiç yadsımıyorum. Ancak Johann Bruyneel dahil, Lance'le beraber suçlanan 3 kişi yargılamayı kabul etti ve önümüzdeki aylarda yapılması beklenen duruşmalarda Lance ile ilgili hikayeler yine ortaya dökülebilir. Eğer Lance'i mahkum etmeyi başardığı için, USADA diğer 3 kişinin peşini bırakırsa, "Boynun altında kalsın Travis Tygart!" derim.



Travis Tygart

2. Bisiklet sporu, başlangıcından beri dopingle iç içe olmuş bir dal. Bugün bisiklet dünyasında yer alan hemen herkes ucundan kıyısından buna bulaşmış durumda. Bjaerne Riis, -son ve çoook gecikmiş itirafıyla- Jonathan Vaughters, Erik Zabel, Rolf Aldag ilk ağızda aklıma gelenler. Bu abilerin hepsi bisikletten ekmek yemeye devam ediyorlar. Lance de, isterse Bontrager Trek takımının hissedarı olarak bisiklet dünyasında takılmaya devam edebilir. O zaman şu soruyu sorma hakkımız yok mu? Nasıl oluyor da Lance Armstrong'un, artık emekli olmuşken, ilkini 13 yıl önce kazandığı bir yarıştaki derecelerini elinden alarak "Doping Savaşı"na katkıda bulunmuş olunuyor?



Jonathan Vaughters

3. LA'un temiz çıkan yüzlerce doping testi ve 2 yıl boyunca biyolojik pasaport sisteminde kalmış olmasına karşın bu kadar yıl sonra cezalandırılması, doping testlerinin ve pasaportun güvenirliği hakkında büyük şüpheler ortaya çıkarıyor. Zaten şüphe vardı da şöyle bir boyut daha eklendi: Artık sporcular, temiz yarıştıklarını ispat edecek bir kozdan mahrum durumdalar. Doping testlerinden temiz çıkmış olmak, biyolojik pasaportta şüpheli değerler olmaması, bisikletçilerin temiz ve ahlaklı olduğunu kanıtlayamıyor. O zaman, hepsine birden ya "temiz" yada "dopé" diye bakmak zorundayız. Hep temiz çıkmış LA cezalandırıldığına göre diğerlerine nasıl "temiz" diye bakabilirim? O zaman "bunların hepsi dopingci" diye düşünmek zorundayım. Bradley Wiggins, Chris Froome, Hesjedal, Mark Cavendish veya dün yarış kazanan PhilGil... Ne kadar üst düzey, başarılı, şampiyon bisikletçi varsa dopé. Bunu dediğimiz an bisiklet sporunu (ve tüm sporları) öldürdük demektir. Çünkü ancak yarış kazanamayan, başarısız, yavaş bir sporcunun "Vallahi temizim!" açıklamasına inanabilir hale geliyoruz. Hızlı olmak, yarış kazanmak saygı ve hayranlığı değil, şüphe ve suçlamayı tetikleyen bir şey haline dönüşüyor. Bu ise, başından sonuna bir saçmalık.



4. Lance Armstrong, özellikle 1994 sezonunda, tüm pelotonun müthiş hızlanmış olduğundan şikayet ederek, Avrupa'da EPO'nun bayağı revaçta olduğundan, ne isim ne ilaç adı vermeden şikayet etmişti . Lance 1993'de Dünya Şampiyonluğu ve 1 TdF etabı kazanıyor (22 yaşında). 1994'de San Sebastian ve L-B-L'de aldığı ikincilikler var. Hadi bu zaferleri temiz kabul edelim. Sonra gözü açılmış ve doping işine girmiş olsun. 1995'deki dereceleri de bu defa San Sebastian'da şampiyonluk, P-N'de ve TdF'da birer etap, 1996'da Fleche Walonne'da birinci, L-B-L'de yine ikinci (bu defa yaş 25). 1996-1998 arası EPO havada uçuşuyor pro bisiklette, Lance ise '96 Ekim'inde kanser olup yarışlardan çekiliyor. Dikkat ederseniz pre-1994 ve post-1994 dereceleri arasında müthiş bir farklılık yok (tam liste şurada). Kanserin vücudunu değiştirdiği ve sprinter/rouleur (bugünkü Peter Sagan tarzı) tipi sporcudan yokuşçu/genel klasmancıya dönüştüğü yazıldı çizildi. Lance Armstrong zamanının en yetenekli sporcularından biri olarak, 22 yaşında dünya şampiyonu olup Fransa Turu'nda bir etap kazanmış. Üstüne, tüm kariyerini tek bir yarışa, Fransa Turu'na odaklanmış olarak geçirdi. Ne Eddy Merckx gibi yarıştan yarışa koşturarak kendini helak etti, ne de belli yarış tiplerini seçip onlarda uzmanlaşan biri oldu. O sadece Fransa Turu için yarıştı. Ve inanılmaz şanslı bir adamdı hatırlayacaksınız. İnsan 7 yıl yarışıp bir kere düşmez mi (Luz Ardiden'den başka yok)? Bir kere lastiği patlayıp zaman kaybetmez mi? Stratejik bir hata yapmaz, açlıktan bonklamaz mı? Yukarıdaki madde uyarınca Lance dopingcinin babası olabilir. Ama başarısı sadece dopingle açıklanamaz.

Luz Ardiden: 1999-2005 arasında  Lance'i sadece bir kez böyle gördük

5. Omerta... Lance armstrong'un EPO şikayet açıklaması bile müthiş üstü kapalı. Bunun dışında hemen hiç şikayet etmedi. Kimseyi fitnelemedi, ihbar etmedi, hedef göstermedi. Tüm kariyeri boyunca geleneksel bir bisikletçi gibi yarıştı. Siyah ayakkabı-beyaz çoraptan başlayan, başta Eddy Merckx, tüm eski şampiyonlara saygılı ve yakın duran, yazılı olmayan kurallara hep riayet eden (Pantani ve Basso'ya bıraktığı etaplar) biri oldu. 2005'te bırakırken Fransa Turu'na "bu güzel yarış" diyen, sporunu hep yücelten biri oldu. Karşısına geçmeyen hiçbir eski takım arkadaşı ve takım görevlisini ötelemedi. 15 yıldır hemen hemen aynı yakın çalışma arkadaşlarıyla beraber oldu. Bart Knaggs, Bill Stapleton, George Hincapie, Popovych, Bruyneel... Hatta takımdan ayrılmasına rağmen Tyler Hamilton'a bile pek bir şey demedi. Herkes ondan cüzzamlı gibi kaçarken, son ana kadar Michele Ferrari'nin yanından ayrılmadı. Doktor ceza alınca da gayet nazik bir şekilde veda etti (o da eğer ettiyse)... Diğer yandan kendisini suçlayanlara tüm mafyoz öfkesini kustu. Belki çekip vurmadı ama Emma Riley (masör), Mike Anderson (mekanik) ve David Walsh & Pierre Ballester ile uzun süre uğraştı, canlarını acıttı. Kanser tedavisi sırasında, Lance'in, doktoruna doping kullandığını söylediğini iddia eden Betsy Andreu'nün üstüne gitti. Ama kocası -ve eski takım arkadaşı- Frankie Andreu'yü sadece arkadaşlıktan sildi, direk sataşmadı. Aşklarını ortada yaşadı ama hiç reklam etmedi. Sheryl Crow'la neden ayrıldıkları hala bilinmiyor (Sheryl de gıkını çıkarmadı, helal olsun), "çocuklarının anası"ndan  hep iyi bahsetti, ötelemedi. Annesine delice düşkündü. Bu taraflarıyla İtalyan bir mafya babasını andırmıyor mu sizce de?

5. Dün bisiklette en çok alttaki sorunun cevabını düşündüm. Ben bir sonuca ulaştım ama önemli değil. Herkes kendi cevabını vermeli:
Aşağıdakilerden hangisi vicdanlarda affedilmeyi daha çok hakediyor? 

a) David Millar
b) Lance Armstrong
c) Aleksaner Vinokourov
d) Michael Rasmussen......................Peki neden? 


6. Ben 14 yaşındayken babam akciğer kanserinden öldü. Vefatından bir süre önce sigaraya başlamıştım. Bir gece ağzımdaki sigara kokusunu farketti ve geç kalmış bir tövbekar olarak "İçme oğlum, benim halimi görmüyor musun?" diye söylendi. Babam akciğer hastalıkları uzmanı bir doktordu. O da, ben de kanser olabileceğimizi bilerek sigara içtik... Lance de, şampiyon olmak için kendini zehirlemiş olabilir. Kişisel tecrübeme dayanarak "Ben kanser oldum ve ölümden döndüm, vücudumu dopinge açar mıyım hiç?" argümanını kabul etmiyorum.

Kemoterapi...

7. Bir "savaşçı" miti var. Hiç vazgeçmeyeceksin, hiç teslim olmayacaksın, sonuna kadar mücadele edeceksin... Yalan. Öyle olsaydı, hiçbir savaşta esir alınmaz, harp meydanındaki son düşman da ölene kadar savaşılırdı. Halbuki savaş esir demektir. İnsan tıyneti böyle değil. Ölene kadar savaşmıyor çoğunlukla. Etrafımız yıllarca mücadele edip yorulan ve sonunda vazgeçenlerle dolu. Kocasını eve bağlamak için, ailesini geçindirmek için, şirketini kurtarmak için çabalayıp başaramayanların da dünyası bu. Ya yenildiğini kabul ederek, ya enerjin bittiği için, ya kazanacak bir şey olmadığı, yada artık kaçacak yer kalmadığı için...

Bazen vazgeçmek herkesin hakkıdır.

24 Ağustos 2012 Cuma

Lance Armstrong - Bu Yarışta Yokum


USADA Lance Armstrong'un 1996'dan beri doping yaptığını öne sürerek 7 TdF şampiyonluğunu elinden aldı. Muhakkak duydunuz. Suçlamalara bir hakem heyeti karşısında cevap vermeyi kabul etmek için dün akşama kadar süresi olan LA, artık savaşmaktan yorulduğunu söyleyerek bu hakkını kullanmayacağını ilan etti. USADA da birkaç saat içinde Armstrong'un 1998'dan beri olan şampiyonluklarını, derecelerini, ödül paralarını ve Olimpiyat bronz madalyasını elinden aldığını açıkladı.



Öncelikle, sonuncusu 2005 yılında kazanılmış, doping testleri çoktan yapılıp bitmiş, hesapları kapatılmış şampiyonlukların nasıl 7 yıl sonra, ABD'de bir kurum tarafından LA'un elinden alınabildiğini anlamadığımı söylemeliyim. LA doping yapmamıştır demek istemiyorum (yapmış olma olasılığı bence yüksek). Ama o değil. USADA'nın elinde Floyd Landis ve Tyler Hamilton'un ifadeleri ve Lance'in "doping yapmış birinin sonuçlarıyla uyumlu" kan örnekleri dışında bir şey yok (diğer tanık ifadeleri hakkında bilgimiz yok). İki dopingci eski takım arkadaşı ve başı götü oynayan bir lisanla bahsedilen şüpheli kan örnekleri. LA ile beraber Johann Bruyneel ve takımın birkaç soigneur/doktoru da suçlanmıştı. Bruyneel hakem heyetini kabul etti, diğerleri savunma yapmayacaklarını belirtip ömür boyu ceza aldılar. 

Armstrong, bisiklet sporunun, süründüğü yerden kalkıp dünyanın en "cool" sporlarından biri haline gelmesinde çok payı olan birisi olabilir ama Adalet Hanım bunu sallamaz. Gözü bağlıdır. Ve fakat elinde terazisi vardır. Her şeyi ince ince tartar. Bakalım öyle mi işliyor süreç?

Doping testi pozitif çıkan bir sporcu suçüstü yakalanmış sayılıyor ve suçsuzluğunu ispat etmesi gerekiyor. İspat edemezse geçmiş olsun. Yani "masumiyet karinesi" diye anılan, bokunu çıkardığımız kavram bu durumda geçerli değil. Lance Armstrong olayında da USADA şöyle diyor: "Lance Bey, şimdiye kadar yüzlerce doping testini başarıyla geçmiş olabilirsiniz. Ancak Tyler ve Floyd size dopingci diyorlar, kendileri de dopingci olduklarından ben onlara inanıyorum. Üstelik elimde size ait, 2009 ve 2010 yılından kalma bazı bazı kan örnekleri var. Bunlar da kan dopingi yapmış birinin sonuçlarıyla tam tutarlılık gösteriyor. Bu nedenle gelin suçsuzluğunuzu ispat edin, yada size ömür boyu ceza veriyorum. Yerse!" 


Hukuk adamı değilim. Ama adalet duygum güçlüdür. Birinin suçunu ya ispatlarsın yada ispatlayamıyorsan arkasından küfrü basar hayatına devam edersin. Ortası olmaz. Bu uygulama bana ne mantıklı geliyor ne de hakkaniyetli. Bir kere Tyler ve Floyd, özellikle Floyd, 2006'da yakalandıktan sonra 2-3 yıl suçsuzum diye kıçını yırtmış, bu arada LA'dan para ve iş istemiş, alamayınca tehdit etmiş, en sonunda da doping yaptığını itiraf edip eski takım arkadaşını ihbar etmiş bir vatandaş. Ne kadar güvenilir siz karar verin. Tyler Hamilton ise yine beş parasız, 2-3 ay sonra çıkacak yeni kitabından kazanmayı umduğu paraya bel bağlamış biri. İki kez -ayrı takımlarda- doping suçundan yakalanmış, toplam 10 yıl ceza alarak kariyerini bitirmiş bir başka sporcu. 

Suçlu adam doğru söylemez diye bir kanun yok. Elbette söyleyebilir. Ama bu iki sporcunun söyledikleri daha dikkatle incelenmeli ve tanıklıkları ancak ikincil önemde görülmelidir. O zaman kan örneklerine geliyoruz. Kan örnekleri eğer doğru şekilde saklanmamışlarsa Sırat Köprüsü hariç hiçbir yerde kabul görmezler. Üstelik USADA'nın bu numunelerle ilgili dediğine yavaş çekimde bir daha bakalım: "Fully consistent with blood doping". Oğlum, ne demek bu? Yapmış mı yapmamış mı? "Fully consistent" tamamen tutarlı demek. Poposunu sağlama almak için çakal bir avukatın yazdığı belli. Var mı doping ustacım onu söyle bize! EPO mu? Vino gibi babasının kanını mı almış? Steroid mi buldun, söylesene!! Büyük olasılıkla biyolojik pasaporttan kalkıp sonuca ulaşmaya çalışacaklar ama onlar da kendilerinden emin değiller. Olasılıkla mahkemede rezil olurlardı. Bunun dışında tek bir fiziksel kanıt yok. Tabii LA'un temiz çıktığı yüzlerce doping testi hariç. Suçu ispat edilememiş olsa da bir insan vicdanlarda mahkum olabilir, itirazım yok. Ama cezalandırılamaz.


Armstrong son olarak Texas'ta bir mahkemeye başvurmuş ve USADA prosedürüyle anayasal haklarının çiğnendiği gerekçesiyle (masumiet karinesi, vs.) soruşturmanın durdurulmasını talep etmişti. Mahkeme bu konuda yetkili olmadığını söyleyerek davayı reddetti ama USADA'ya da kamış  sokmaktan geri kalmadı. Yargıç Sam Sparks kuruluşun "Armstrong'u suçlayarak dopingle savaş amacı mı, yoksa reklam ve politika gibi daha az soylu amaçlar mı güttüğüne dair ciddi sorular" olduğunu belirtti. Ha şunu bileydin!

Amerikan adalet sistemi "İbret için bir tanesini sallandıracaksın, bak bir daha yapıyorlar mı?" olarak bildiğimiz sistemle çalışıyor (lan bizden mi öğrendiler yoksa?). Belli bir suç kavramı için, tüm suçluları kovalamak yerine, yüksek profilli, şöhretli birkaç kişinin peşine tüm gücüyle düşmeyi tercih ediyor. O seçilmiş birkaç insanı cezalandırarak topluma "Bakın dokunulmazları bile içeri atıyorum, size kimbilir naaparım? Ayağınızı denk alın!!" şeklinde korku salıyor. Geçmişte Al Capone, Oteller Kraliçesi Leona Helmsley ve ev kadınlarının sevgilisi Martha Stewart bu şekilde kodesi boylamışlardı (yok, bizden almamışlar, bizde sistem garibanı içeri almak üstüne kuruludur). USADA Lance Armstrong konusunda yargıcın dedikleri yanında bir de bu saikle hareket ediyor. Üstüne de "Pislik at, en azından izi kalır" yaklaşımıyla LA'u rezil etme taktiği var elbette. Çok büyük olasılıkla,  Lance, tanıklıklarla repütasyonu lekeleneceğinden, sonuçta kazansa bile bir Pirus Zaferi dışında eline bir şey geçmeyeceğinden savaşa girmemeyi tercih etti.

Şimdi olaya duygusal yaklaşacağım. Lance Armstrong bisiklet sporuna olan ilgimi ilk kaşıyan sporculardan birisidir. Onun hakkında okuyarak başladım işin derinine girmeye. Daha çok okudum, daha çok meraklandım, bilgilendim ve bisikleti sevdim. Yani benim bisiklet aşkımın hızlandırıcısı oldu. Açıkçası, kanser karşıtı bayraktarlığı hiç umurumda olmadı. Ben spora olan bilimsel yaklaşımını, onu değiştirişini, büyük hırsını, mücadeleciliğini ve amaca odaklanmasını sevdim. Fakat acımasızlığından, Makyavelist metodlarından, oynadığı akıl oyunlarından nefret ettim. Kendisini ne dost ne de damat olarak tercih etmem. Bir aşk-nefret ilişkimiz var. 2009'da spora geri dönmemesi için çok dualar ettim çünkü anti-şansını zorlamaya başlamıştı (anti-şans için bkz. Travenian-Şibumi). Döndü ve elbette başarısız oldu. Ama o son iki senedeki varlığı bile yol bisikleti sporunu bir seviye daha yukarı sıçrattı. Dopingci olsun olmasın, 35 yaşımdan sonra bana yeni ve tutkuyla bağlı olduğum bir spor ve uğraş kazandırdı. Yaşama yeni bir kapı açmamı sağlayanlardan biridir. Ona saygı ve hayranlık duyuyorum. 7 şampiyonluğunun elinden alınmış olmasını içime sindiremiyorum. 
 
 
O yarışları seyrettim. Luz Ardiden'de çığlık çığlığa, Beloki düşüp tarlaya daldığında yüreğim hoplayarak, L'Alpe d'Huez TT'de kuvvetine saygı dolu küfürler saydırarak. Lance Armstrong o yarışları dopingle mi kazandı? Bilmiyorum. Ama şu saatten sonra umrumda da değil. Kendisinin sözüyle bağlayayım:

"O 7 Tour'u kimin kazandığını ben biliyorum, o 7 Tour'u kimin kazandığını takım arkadaşlarım biliyor, o 7 Tour'u kimin kazandığını karşılarında yarıştıklarım biliyor." Bana ne kazandırdığını da ben biliyorum.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Danica Patrick'e Açık Mektup

Sevgili Danica,

Normalde sana mektup yazmazdım, vallahi uğraşmazdım o kadar. Ne dünyanın en güzel insanlarından birisin, ne de en yetenekli araba yarışçılardan birisin. Senin sırf kadın olduğun için bulunduğun yerde olduğunu biliyorum. Gelgelelim, benim gibi Chicago Cubs ve Bears taraftarı olduğunu öğrenince "Hadi abilik bende kalsın!" dedim ve bu mektubu yazmaya karar verdim.
Cubs-Astros maçı öncesi sembolik ilk atışı yaparken

Esas konuya girmeden önce, seni asla küçümsemediğimi de belirtmek isterim. Esaslı bir kadın olduğun her halinden belli. Küçüklüğünden beri gayet erkek ve maço bir spor olan motorsporlarının içindesin. En nihayetinde benim de dahil olduğum tüm erkek milleti için araba cinsel gücün uzantısıdır. Yani, pistte solladığın herhangi bir erkek pilot, arkadaşları tarafından alay malzemesi olacağına senin üstüne direksiyonu kırıp beraber yarış dışı kalmaya razıdır. Dahası, ABD'ndeki küçük kasabandan kalktın ve Avrupa'daki serilerde  yarıştın, yetiştin. Bu Avrupa motorsporları ki, nasıl NBA FIBA'ya tepeden bakarsa, genç kıtadan gelen heveslilere o kadar tepeden bakan bir atmosfere sahiptir. Orada da muhtemelen çatır çatır mücadele ettin, zaten başka şansın yoktu.
"You will never know the feeling of a driver when winning a race. The helmet hides feelings that cannot be understood." Ayrton Senna

Diğer yandan eh belli bir güzelliğin var. Olmasa GoDaddy seni reklam yüzü yapmaz, Sports Illustrated namlı dergi de bikini giydirmezdi. Ayrıca güzelliğin ötesinde, iyi de bir konuşmacısın. Dahası, motorsporlarının çok bahsedilmeyen bir becerisi olan agresif olmak vasfına da, gerek telsiz bağlantılarında küfür ederek, gerek sana pistte kelek atan pilota gider yapmak suretiyle ortaya koyarak sahip olduğunu belli ettin.

Başarılı bir sporcu, iyi bir konuşmacı, güzel ve karabiber kıvamı agresif bir insan olarak spor endüstrisinin arayıp da bulamadığı bir tipsin. Yani para makinasısın, herkes de seni o yüzden istiyor. Araba kullanmaktaki yeteneğinden dolayı değil. Eğri oturup doğru konuşalım, 1998'den beri devam ettiğin kariyerinde sadece bir, evet bir yarış kazandın (o da aslında iyi bir yarışta ha!! 2008 yılında IRL serisinin Japonya ayağında) aldın.

Nascar'a geçmeden önce uzun süre Indy Racing League'de (IRL) mücadele ettin. Indy 500'lere katıldın, o efsanevi yarışta liderliğe bile yükseldin. Ama ABD'ndeki açık tekerlekli araba yarışları 90'ların başındaki IRL-CART bölünmesinden beri eski tadında değil, Indy 500'ün bile, geleneğe hürmeti hariç tutarsak eski havası yok. Artık en iyiler orada yarışmıyor. Seni istediler, sen de isabetli bir karar verdin ve geçen sene ısınma turları attıktan sonra bu sezon itibariyle Nascar'a geçtin.

Bu sene Nascar'ın ikinci ligi olan Nationwide serisinde yarışıyorsun. Seneye esas seri olan Cup'da tam zamanlı yarışman için National Association of Stock Car Racing (Borsa'da NASCAR), yarışları veren TNT televizyonu, GoDaddy.com, seni idol olarak gören kadınlar sabırsızlıkla bekliyorlar.

Danica bacım,

Yapma! Seneye Cup'da tam zamanlı yarışma! Nationwide serisi puan sıralamasında 11. sırada olman seni yanıltmasın. En nihayetinde şu ana kadar yapılan 22 yarışın hepsine katılan alt tarafı 13 kişi var. 22 yarışta 1 pole pozisyonun, ve sadece bir Top10 performansın var. Nereden baksan başarısız bir performans bu. Üstelik araban ve diğer ekipman sponsor desteği sayesinde muhtemelen en iyisi. Açık açık söyleyeyim: Erkek olsan kimse suratına bakmazdı.

Bence sen Nationwide'da tam zamanlı yarışmaya devam et bir süre, örneğin 5-10 sene kadar daha. Yukarıda Nascar'ı seçmekle iyi yaptın derken bunu kastediyorum; Nascar, ya da daha teknik deyişle stok araba yarışları uzun ömürlü bir kariyer sunar. Yani, daha nereden baksan 20 sene daha yarışabilirsin. Yetenekli bir insansın, kendini bu süre zarfında iyice geliştirirsin, artık seriyi domine etmeye başladığında da Cup kariyerine başlarsın. Ayrıca Nationwide seçimi Cup'ı elemek anlamına gelmez, bu sezon olduğu gibi yine ara ara alışık olduğun pistlerde yarışır, hem sponsorlarını memnun edersin, hem de uygun şekilde ısınırsın.

Eğer daha "olmadan" Cup kariyerine başlarsan, sonun 2001'de bu işe soyunan Shawna Robinson ablanınki gibi olur. Yani acemilikler, hayalkırıklıkları ve yavaş yavaş insanların inancının kaybolması ile motorsporları dünyasının kimsesizler mezarlığına yolculuk. Üstelik böyle bir hayalkırıklığı sana öykünen diğer kadınları da baltalar.

Mektubuma son verirken diyorum ki, nasıl olsa yedi sülalene yetecek kadar para kazandın, artık kendini gerçekleştirme zamanı. Bunu da acele etmeden, yavaş yavaş olgunlaşarak yapabilirsin.

Kendine iyi bak,
Savaş

Not: Merak etme, eğer şampiyon olacaksan bu muhtemelen Cubs'dan önce olacak. Bears ise bu sezon bir left tackle adapte edebilirse şampiyon olur, endişen olmasın.

17 Ağustos 2012 Cuma

Usain Bolt'un Kriket Oynaması

Tarih 18 Ekim 2009. 100, 200 ve 4x100 mt bayrak yarışlarının dünya ve olimpiyat şampiyonu Usain Bolt kriket sahasına yardım amaçlı bir maç için çıkıyor. Maç çok da fasulyeden sayılmaz, zira West Indies kaptanı Chris Gayle falan oynuyor. Bolt'un rolü atıcılık, cinsi de "fast bowler". Yani uzun uzun koştuktan sonra aldığı hızla topu fırlatanlardan. Atıcıların bir de "spinner" adı verilen pek gerilmeyip topu çok falsolu fırlatan versiyonu var, ama hızlı koşan Bolt'un "fast" cinsi olması eşyanın tabiatı gereği elbette.

Maçta topu eline alınca karşısına Gayle çıkıyor. Kendisi ünlü bir vurucu (batsman). Önce korkutucu bir bouncer ile kendisini selamlıyor. Bu bouncer ki zamanında İngiltere ile Avustralya arasında diplomatik kriz çıkmasına sebep olmuş bir atıştır. Neyse, sonra da Gayle'ın wicket'ını alıveren atışı yapıveriyor.


Ama iş bununla bitmiyor. Vuruş sırası Bolt'a geldiğinde kendisine atış yapma gafletinde bulunan Gayle'ın topunu saha dışına gönderiveriyor ve takımına 6 run kazandırıyor. Hoş, çok geçmeden run-out olarak oyun dışı kalıyor (Dünyanın en hızlı koşan adamının run-out ile oyun dışı kalması da ayrı bir ironi) ama gayet etkileyici bir görüntü sergiliyor.

Bolt'un bu kriket performansı tesadüf değil. Zira kendisi gençliğinde Jamaika'nın en popüler sporu olan kriket ile uğraşmış, ama o kadar hızlıymış ki, kriket koçu bile kendisini atletizme yönlendirmiş. Gerisini biliyorsunuz...("rest is history" lafının çevirisi olarak kullandım bunu)

Bir sporcunun birden fazla sporla uğraşması çok genel bir patern olmasa da, az da görülen birşey de sayılmaz. Türkiye'de hem futbol hem de basketbol oynayan Can Bartu varmış mesela. ABD'nde NCAA seviyesinde bir çok sporcu, şüphesiz her spor için ayrı mevsim ayrılmasının da yardımıyla iki spor yapabiliyor. Beyzbol-Basketbol, Beyzbol-Futbol, Basket-Futbol veya bunların kış versiyonlarının atletizmle duble yapmaları çok görülen birşey. Birçok sporcunun biyografisinde bunu görebilirsiniz. Hatta zamanında çok şaşırdığımız Michael Jordan'ın beyzbol oynaması bile artık çok garip gelmiyor. Hoş, minör lig seviyesinde bile pek şans bulamamıştı MJ.

Bolt madalya seronomisinde fast bowling tekniğini gösterirken

Bolt için atletizm dışında bir spor yapması konusundaki spekülasyonlar uzun süredir var. Bazen kışın eğlencesine 400 metre koşuyor ve 400 metreci olması yönünde baskı var, kendisi ise idmanları ağır diye reddediyor. Bu geçiş olsa bile, atletizm içinde kalacağından ayrı bir spor sayılmayabilir tabii. Esas kendisinin "Sir Alex Ferguson idmana çağırırsa işi gücü bırakıp giderim" demeci var ki, gençliğinde Jamaika'da popüler sporlar arasında olan futbolu da oynamış olduğu gerçeğini hatırlayalım.

Tabii bunlar spekülasyon düzeyinde kalmış şeyler. Kriket işi ise sanki ciddi gibi. Zira Avustralya'nın efsanevi kriketçisi Shane Warne, yeni kurulan Big Bash League adlı Twenty20 liginde oynaması için Bolt'a resmen teklifte bulundu. Usain de eğer işinii ayarlayabilirse teklifi kabul edeceği mesajını verdi.

Twenty20 nedir derseniz, kriketin 3 tane maç formatı var. Bunlardan en babası 5 günlük maçların yapıldığı "Test" formatı. Bu kadar uzun süren maçların günümüz dünyasının gerçeklerine pek uymamasından dolayı oluşan baskı sonucu 1970'lerde bulunan 50 over'lık tek günlük maçlar (ODI) ortaya çıktı. Ancak tek günlük maç da bayağı uzun olduğundan yakın zamanda 20 over'lık maç formatı bulundu ki, böylece süre 3 saate kadar indirilebildi. (3 saat ABD'deki maçların ortalama süresine de tekabül eder).

T20 maçlarında NFL'den ithal ponpon kızlar da mevcuttur

Doğrusu Bolt gibi kuvvetli yönü disiplin olmayan biri için T20 formatı biçilmiş kaftan denebilir. Yukarıdaki "lige çağırılmak" tabiri sizi şaşırtmış olabilir, açalım: T20 formatının çıkmasıyla beraber genelde Hindistan tabanlı özel ligler kurulmaya başlandı. Bu ligler kendisine katılan kriketçileri draft benzeri bir sistemle takımlarına dağıtıveriyor (takımların çok köklü olmadığını anladınız) ve süresi kısa ama yoğun bir ligde oynatıyor. Süre kısa olmak zorunda, çünkü kriket bir milli takım sporudur ve uluslararası takvim çok yoğundur. Bolt da -eğer oynarsa- böyle bir draft'a katılacak ve atletizm çalışmaları fazla etkilenmeden lige katılabilecek. Başarılı olur mu bilemem ama eğlenceli olacağı kesin.

Bu yazıyı kapatmadan önce Herb Washington'a değinmeden geçmeyelim. Washington 1970'lerin başında NCAA düzeyinde çok başarılı olmuş bir sprinter. Ulusal şampiyonlukları falan var. İşte bu atlete 1974 yılında beyzbol takımı olan Oakland Athletics'in (garip fikirler de hep bu takımdan çıkıyor) sahibi Charles Finley "designated runner", yani -nasıl çevirsek?- uzman koşuculuk teklif ediyor. Bu o güne kadar, ve de o günden bugüne kadar örneği görülmemiş birşey.

Herb Washington (finiş çizgisine yatay uçuş Bolt'un alıştığı birşey değil tabii)
Daha önce hiç ciddi anlamda beyzbol oynamamış olan Herb Washington teklifi kabul ediyor ve 105 maçta hiç topa vurmadan, top fırlatmadan ve savunma yapmadan sadece "pinch runner", yani oyuna sonradan giren koşucu olarak görev yapıyor. 48 denemede 31 base çalıyor ve 33 run üretiyor. O sezon, yani 1974'de Oakland şampiyon da oluyor üstelik. Bence 48 denemede 31 base çalmak büyük başarı, zira herkes onun base çalmak için oyuna girdiğini de biliyor.

Belki Bolt da atletizmi bıraktıktan sonra ABD'de bu tarz bir beyzbol kariyerini de deneyebilir. Zira her ne kadar kriket yetenekleri var gözükse de, üst düzeyde ve "sayılan" maçlar için oldukça yetersiz kalabilir. Kriket sporunda çok ekstrem durumlar dışında oyuncu değişikliği yapılmaz ve her sporcu her işi yapmak durumunda kaldığı için Herb Washington gibi saklanarak belli bir yeteneğe (bu örnekte koşu) odaklanmak mümkün değildir.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Sally, Nevin ve Hepsi...







Cüneyt'ten izin almadım ama bu resmi kullandığım için sanırım sorun çıkarmaz. Dün geceki 100 mt engelli kadınlar finali sonrası Olimpiyat Stadı'nın skorbordu. Dereceler önemli değil. En sağdaki kolona dikkat çekmek istiyorum. Yukarıdan aşağıya OR, PB, PB, SB, NR, =PB. Altı yarışmacının dördü yaşamlarındaki en iyi dereceyi yapmış, biri bu sezonun en iyi derecesini koşmuş, Sally Pearson da şampiyon olurken Olimpiyat rekoru kırmış (onun PB'i 12.28).

Olimpiyat'ta atletlerimizden tek beklediğim bu benim. Bu şansı elde ettiğine göre, elinden gelenin en iyisini yapman yetmez. Orada, kendi en iyi derecene ulaşmalısın. Tüm çalışmanı, arzunu, yıllardır yaptığın antrenmanların sonuçlarını kendine ve bize göstereceğin yer orası. Nevin Yanıt hem yarı finalde hem finalde 12.58 koştu. Türkiye rekorunu önce kırdı, sonra tekrar etti. Londra'ya gitmeden önce kendine 12.59 hedef koymuştu. Buna ulaştı ve geçti. Kazanmadığımız madalya umurumda değil. Ülkemizde sporun öneminin, yapılan yatırımın, spor için harcanan gri hücre sayısının farkındayım. Avusturalya ve ABD'de de spor için neler yapıldığını biliyorum. Nevin'in önündeki 4 kişi o iki ülkenin sporcuları. O nedenle "Neden madalya alamadın?" diye sormam bile. Ona harcanan tüm paralara, emeklere helal olsun.

Yine dün gece kadın basketbol milli takımımız yarı finalin ucundan döndü. Voleybolcu hanımlara oranla daha düşük profilli, sessiz ve derinden giderek Olmpiyat çeyrek finali oynadılar. Kadın milli takımının ilk yıllarını hatırlıyorum da böyle bir turnuvada şakır şakır oynamış olmaları bile bana rüya gibi geliyor.

Filenin Sultanarı da, çok eleştirilmelerine karşın, ABD hariç her takımla kafa kafaya oynadılar. Milli beklentimiz çok yüksekmiş demek. O da iyi bir işaret. Bizde "from hero to zero" milli haslettir. Gidenlerden duyduğumuza göre Cehennem'de bir tek bizim kazanın başında zebani beklemiyormuş, çıkmaya çalışanı nasıl olsa birileri aşağıya çeker diye. Ama 1975'den beri kadın voleybolunu okulda, kulüpte  falan çok teğet gözlemiş biri olarak bu ateşin sürekli olduğunu görüyorum. Bu konuda bir endişem yok. Gelecek defa daha iyi oynarlar.

1500 mt kadınlarda Aslı Çakır ve Gamze Bulut'un final koşacaklarını da unutmadım. Onlarla da gurur duyuyorum. Aslı, İstanbul'daki salon dünya şampiyonasında, beni ağlatan dördüncü kadın olarak dereceye girmişti. Umarım bu gece başarısını yineler! Devşirme de olsa, bir başka kadın sporcumuz da uzun atlama finalinde yarışacak önümüzdeki günlerde.


Twitter'da seviyeli bir ilişkimiz olan karamsar doktor İsmail Burak Bal (@IBBal) dün gece şöyle yazdı: " Bu ülkenin erkeklerinden hiçbir alanda ümidim kalmadı. Kadınlarını merakla izlemeye devam..."

Kadın yoğun bir aileden geldiğimden, ben de yaklaşık 50 yıldır karşı cinsi merakla izliyorum. Ailede ve iş hayatında, özellike işler çatallaştığında, kadınların gücünü, zorluklar karşısındaki mücadele azimlerini, kararlılıklarını, "sakin güç"lerini gördüm, yaşadım, yaşıyorum. Spor ve eğitim düzelecekse, hatta eğer bu ülke ayağa kalkıp koşacaksa bunu kadınlar yapacak. Erkeklerden benim de hiçbir ümidim yok. Tek dileğim kenara çekilip işi kadınlara bırakacak kadar ilginç bir meşgale bulmamız... 
-o-

Not: Cüneyt Kazokoğlu'nun harika olimpik blogu için buraya bakabilirsiniz